9 Mart 2020 Pazartesi

ULYSSES ÜZERİNDEN MİLLİYETÇİLİĞİ DÜŞÜNMEK - Savaş Ergül



Milliyetçilik ve edebi bir tür olarak roman, yeni bir sistem olarak ortaya çıkan kapitalizmin ve bu sistemin hakim sınıfı burjuvazinin kurduğu siyasal ve toplumsal yapının kodlarının bir ifadesidirler. Milliyetçilik, feodal yapıya dayanan ilişkileri lağveden kapitalizmin devlet ve toplumu yeni bir aidiyet çerçevesinde tanımlanmasının içerik ve biçimini verirken, roman da geleneksel anlatıların yerini alıp yeni özne olarak belirlenen millete dair bir kanon kurmaya çalışır. Modern zamanların doğuşunu imleyen bu yenilik, zaman ve mekan kavrayışını da bir dönüşüme uğratır. Zaman ve mekan, tarihsel ve romansal anlatılarla, sabit sınırlar içinde kodlanan belirli yaşantıların bir kökene göre anlam kazanmaya başlamasının üstbelirleyeni olur. Tarihsel anlatı, artzamanlı bir işleyişle modernliğin tarihteki yeni olgusu millete mitsel bir köken vermeye girişirken, roman, eşzamanlı bir işleyişle farklı ve çoğul olarak varolan yaşantıları yeniden canlandırıp tekil bir mekan içinde somutlamasıyla bir millet tasarımını mümkün kılar (Brennan 1995: 49). Böylece kitleler, bir millet olarak kendilerine dair adeta özsel bir imge edinirler. Bütün bu anlatılar -tarih, roman ve özellikle gazetecilik- dilsel kullanımı standartlaştırarak öteki herkesten farklı olan ve başkalarının sahip olmadığı milli kimliğin özgülüğüne dair imgeyi iyice pekiştirirler. Bu imgenin, hangi imgesel ve kavramsal süreçler içinde edinildiği milliyetçiliğe ilişkin hacimli bir külliyatın tartışma konusu olmuştur.

Yine de temel ve ortak bir görüş olarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: bütün milliyetçi ideolojiler, zaman (tarih) ve mekan (vatan) bakımından “merkez” görevi görecek bir köken arayışına girerler. Ama bu kökenin, kitleler tarafından kabul edilip benimsenmesi öyle kolayca gerçekleşmez. Ernest Renan’ın da belirttiği gibi, kitlelerin bir millet olabilmesi için ortak bir unutma ve anımsama belleklerinin olması gerekir (Renan 1995: 11). Neyin unutulup neyin anımsanacağı ise, fiziksel şiddetten sembolik şiddete varıncaya kadar uzun ve yıkıcı bir sonucun ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Dışlama ve içerme düzeneğiyle kurulan bu milliyetçi bellek, sıradüzenli olarak yapılanan temel bir “merkez” etrafında kurulur.

Milliyetçiliğin olmazsa olmaz kaynağı olan, gerçekçi ve romantik edebi anlatıların üretilmesinde önemli bir katkıda bulundukları mitsel köken ve merkez fikrine karşı yapılan bir eleştiri olarak James Joyce’un “Ulysses” adlı romanını bakacağız. Buna göre, Ulysses’te, milliyetçiliği tarih, miras, baba oğul ilişkisi, mekan ve yabancı düşmanlığı/ karşıtlığı kavramları çerçevesinde ele alacağız. Üzerine pek çok yorum yapılan ve romanın yapısını değiştiren bir başyapıt olarak selamlanan bu eserin en ayırıcı özelliklerinden biri olarak, siyasal sorunların –özellikle de milliyetçilik ve sömürgeciliğin- burada ele alınış biçimi olduğu söylenebilir, söylenmiştir. Ulysses’i, gerçekçi ve romantik türün edebi anlatılarından ayıran özellik, millete dair bir özdeşlik/aynılık (identity: Türkçe’de kimlik anlamını da yüklenir) imgesi sağlamak yerine milliyetçiliği besleyen imgeyi parçalamak için ısrarlı bir anlatı stratejisinin bu yapıtta kullanılmasıdır. Mitsel kökene göndermede bulunan bu imgesel tasarımı sökmenin çözüm yolu, tarih ve mekanın (bunu “vatan” kavramı olarak almalıyız) dayandığı merkezi yerinden etmekle, arılığından arındırıp farklı tekillikleri ortaya koymakla mümkün kılınabilir. Hiç kuşkusuz, İngiliz sömürgeciliğinin yıkıcı sonuçlarına maruz kalmasıyla sorunların daha da çetrefilli bir hale geldiği İrlanda adası, kapitalizmin ve modernliğin insanların önüne koyduğu kimi sorunların –milli devletini kurmada geç kalmış, dilini unutmuş, taşralılığın ortaya çıkardığı boğuculuk vb.- yaşandığı minyatür bir alan olarak bu ada, milliyetçiliğin tartışılması için belki de en uygun yerdir. Marx’ın Kapital’in önsözünde Almanya için söylediklerini İrlanda’ya uyarlayabiliriz: İrlanda adası sadece modern zamanın ortaya çıkardığı zorluklar ve kötülükler altında ezilmekle kalmamakta, tasfiye edemediği üretim biçimlerinin, geleneklerin ve onların beraberinde getirdikleri çağdışı toplumsal ilişkilerin yarattığı sıkıntıları da yaşamaktadır. Ama Joyce’un Ulysses’te sorunu ele alma biçimi, konuyu sadece adayla/İrlanda sorunuyla sınırlı bırakmamakta, milliyetçiliğin yapısının/işleme düzeneğinin tartışılması için önemli veriler sağlamaktadır.

Özdeş bir imgesel kimliğin ve milliyetçiliğin üretilmesini sağlayan temel öğelerden biri olan tarih düşüncesiyle Joyce’un/Stephen Dedalus’un (Ulysses romanının ana figürlerinden biri olan Stephen Dedalus, Joyce’u temsil eden karakter olarak görülebilir) arasının pek hoş olduğu söylenemez: “Tarih, dedi Stephen, uyanarak kendisinden kurtulmak istediğim bir karabasandır” (s. 64). Orhan Koçak, Ulysses’te tarihin derin bir endişe kaynağı olarak göründüğünü; tarih ve coğrafyanın Joyce için çok özgül bir anlamı olduğunu söyler: İngiliz sömürgeciliğine maruz kalan, dilini unutan ve dilsel mülksüzlüğü yaşayan bir geçmişi arkasında taşıyan ülkesinin acısını duymaktadır Joyce (Koçak 1997: 4).

Ama Joyce’un tarihsel anlatıya ilişkin itirazının başka bir nedeni daha bulunur: tarihsel anlatı, tarihi belirli bir özneye -millete- göre inşa ederek, kökensel imgeyi üreten mitsel ve ideolojik bir söyleme dönüşür; bu mitsel söylemde hayat bulan ise, tıpkı Ulysses romanında kimi kişilerin ağzından aktarılan hem kendilerine dair hem de başkalarına dair sabit ve belirli bir kimliği oluşturan basmakalıp yargılardır. İşte bu mitsel söylem, toplumları ve bireyleri çepeçevre sarmalayan bir ağa dönüşür. İster Tanrısal öngörünün gerçekleşme alanı olarak görülen teolojik tarih anlayışı olsun ister Tanrısal özne yerine milleti ikame eden milliyetçi tarih görüşleri olsun, köken ve erek kavramlarıyla hareket ettiklerinden aşkın bir merkez ve bu merkezin yapılandırdığı hükmedici bir düzen kurarlar. Tarihi yenilenlerin yıkımı üzerinden yükselen muzafferlerin bir anlatısı olarak gören ve bu nedenle tarihe bakmada hep belirli bir mesafeyi gözeten Walter Benjamin’le Joyce’un tarihe ilişkin düşüncesi bu noktada benzeşir. Tarihsel anlatı, kazananların anımsamalarına göre çalışan bir bellek olduğundan, bu iktidar merkezini imha etmenin yolu yeni bir anımsama deneyimine geçmek olmalıdır. Geçmişte yaşananların anlatısı, çoğunlukla kazananların perspektifine göre yazıldığından varolan sorunların ve iktidar ilişkilerinin çözüme kavuşturulma mercii olarak tarihe başvurulmaz. Güce göre belirlenen tarihsel anlatının zamansal merkezi yerine mekânı dolduran insani deneyimlerin çoğulluğu. Çünkü yeni bir deneyim imkânı oluşturulmadığı takdirde bu karabasan hükmünü hep yeni baştan gösterebilir (s.64).

Öte yandan tarih, milliyetçiliğin temel duygusu olan mirası hep gündemde tutar. Çünkü bir şeyi milli kılan temel duygu, o şeyin -yani mirasın- bir babadan devralınıp korunmasıdır. Miras, aynı cevherden oluştuğu söylenen baba ve oğul arasında kesintisiz ve bozulmadan devam etmesi gereken bir ilişkiyi varsayar. Dahası, baba ve oğul arasındaki ilişkide temel belirleyici olan, merkezi işgal eden, babanın konumu ve imgesidir. Öyle ki, Joyce, Shakespeare’in “Hamlet” oyununu, babanın konumundan yazılmış bir eser olarak yorumlar: “Huzursuz babanın imgelediği varlıksız bir oğuldur” Danimarkalı genç prens (s.234). Huzursuz babanın hayaleti, oğluna hak ettiği mirasından amcası tarafından yoksun bırakıldığını söyler (s.228). Mirasa ve babanın konumuna karşı Joyce’u teyakkuz halinde tutan, bu düşüncenin sırf tekil ve kısmi bir perspektif olarak kalmayıp bütün konumları biçimlendirmeye başlayan aşkın bir nedene dönüşmesidir. Hamlet’in trajedisi, babanın konumuyla özdeşleşme yolunda yaşadığı tereddütlerdir: “yeğenden biraz fazla oğuldan bir hayli az” olan o katlanılamaz konum. Bu katlanılmaz tereddüt durumu mutlaka ortadan kaldırılmalıdır. Oyunun sonunda Hamlet, babasının intikamını alarak babasıyla arasındaki o doğal bağı -mirası- yeniden kurar.

Milliyetçi tarihsel anlatının anahtar kavramlarından biri olan mirasın talep ettiği özdeş kimlikten çekilmek, milliyetçiliğin minör harita alanı baba oğul ilişkisinden çekilmek (Ece Ayhan’ın “oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmeli” dizesinde olduğu gibi), o hükmedici merkez söyleminin payandalarını sarsma yolunda tayin edici bir an olur. Bu kritik tayin anında, Stephen Dedalus, Hamlet ve “miras” kavramı üzerine yaptığı yorumları tamamlayan “babalığın ancak yasal bir varsayım olabileceğine” dair görüşünü öne sürer (s.441). Artık devredilen ve korunan bir miras olmayıp babalık konumu boş bırakılacaktır (s.441). Stephen Dedalus, babası Simon Dedalus’un bir gemici tarafından “İrlandalıdır o. Hakiki bir İrlandalı” diye övülmesine karşılık “biraz fazlaca İrlandalı” diye karşılık verir (s.665). Hiçbir koşulda babalık konumu üstlenilmez. Baba, hükmedici bir belirleyene dönüştüğünden ve önceden verili bir kimliği temsil ettiğinden, oğul hem kendisinin hem babasının yaratıcısı olmak zorundadır.

Öyleyse, Ulysses romanında, İrlanda’nın hâlâ Saksonyalı Shakespeare’in “Hamlet”i çapında bir kahraman yaratamadığına dair sitem/serzeniş hükümsüz bırakılabilir: babasının davasını güden Hamlet yerine, oğulluktan çekilen Stephen Dedalus ve Leopold Bloom, İrlanda sanatının eşdeğerde figürleridir. Joyce’un edebi düşüncesine uygun olarak bir değil iki figür: “İrlanda sanatının bir simgesi bu. Bir hizmetçi kadının çatlak aynası” (s.35). O çatlak aynadan yansıyan sadece İrlanda sanatına özgü olmayıp mülksüzlüğün, sömürgeciliğin gadrine uğrayan ve modernle geleneksel olan arasında sıkışıp kalmış tüm toplumların bir ifadesidir. Hem çatlamış hem de bir hizmetçiye ait bir aynadan yansıyanlar özdeşliği değil, ancak kırılmaları gösterebilir. Joyce’un edebi anlatısında kendisiyle özdeşlik kurup üzerimize kolayca uydurabileceğimiz bir milli kimlik artık imkânsızdır. Miras ve babalık üzerinden kurulmak istenen bireysel ve toplumsal bir kimlik aidiyeti, bu aidiyetin varsaydığı merkez düşüncesinin kabulü, Ulysses’te bütünüyle dışlanır.

Dışlama ve içerme diyalektiğine göre çalışan ama sonuçta kendi kendisiyle mutlu bir yer düşleyen milliyetçi ideolojide bir çatlak daha oluşturmak, onu huzursuz kılmak (unheimlich) için milliyetçi görüşün ev (Heim) fikrine doğru bir adım daha atılmalı. Zamansallığı tarihsel anlatı üzerinden bir iktidar söylemine dönüştüren milliyetçi ideolojinin, aynı zamanda mekânı, kurgulanmış ve biricik özne olarak varsayılmış millet ve ulus-devlete uyarlayarak nasıl türdeş kıldığını göstermek gerekiyor. Zira belirli ve sabitlenmiş bir toprak parçası olmadan milliyetçilik imkânsızdır (Duffy 2000:37). Hatta tarih duygusundan önce bir “vatan”, “vaadedilmiş topraklar” gereklidir. Milliyetçiliğe dair yapılan yorumlarda, pedagojik ve ideolojik yönlerden kitleleri etkilemek isteyen milliyetçi tarih anlayışı eleştirilirken, milliyetçi ideolojinin vatan kavramının/tasarımının bu eleştirilerden pek az nasiplendiği görülebilir/görülmektedir. Bu durumda eleştiri sonuna kadar gitmeyip yarı yolda kalır ve tarihsel anlatı üzerinden yara almış olsa bile milliyetçilik o sıcak evinde/vatanında kendi imgesini yeniden kurup dirilir. Ulysses’te Joyce, sadece tarihsel anlatının değil, mekânın da yabancı olabilecek her türlü öğeden arındırılıp türdeşleştirilmesine karşı kalemiyle yekinir.

İrlanda milliyetçiliğinin kendine dair başlıca anıları da genellikle coğrafyalarına dair imgelerdir: bir manzara olarak İrlanda: “Karaçamlar, köknarlar, kozalaklar türünden ne kadar ağacımız varsa, hızla yok olup gidiyor. İrlanda’nın istikbali için yurdumuzun o güzel tepelerindeki İrlanda ağaçlarını korumamız lazım, ah” (s.372). Burada Joyce, geç kalmış bir milliyetçiliğin -İrlanda milliyetçiliğinin- kendine dair anımsama düzeneğini tasvir eder: kapitalizmin yükselişiyle İngiliz imparatorluğunun sömürgesi olan ve iktidarsız kılınmış olan İrlanda, millet imgesindeki bütünleşmeyi geçmiş ve gelenek -o güzel kır ve tarım ülkesi İrlanda, Katolikliğine sımsıkı bağlı İrlanda- üzerinden kurmaya çalışır. Sorun, İrlanda’ya dışarıdan veya içeriden atfedilen bu yargının doğru olup olmaması değil, bu yargının tıpkı o neşeli ve daima publarda için o İrlandalılık mizacı tasvirinde olduğu gibi bunun bir etikete veya katı bir önyargıya dönüşmesidir.

Joyce’un Ulysses’teki anlatı stratejisi ve dil(ler)in kullanımı, Dublin’i merkezcil özdeş bir birlikten çok çoğulluğu içinde barındıran bir mekân olarak göstermeyi amaçlar. Dublin, saf ve tek kimlikli bir yer değil, indirgenemez çoğulluk ve farklarla belirlenen bir yerdir. Roman, Dublin’in değişik merkezlerinde adeta bir avare gibi dolaşan Stephen Dedalus ve Leopold Bloom’un, bu yerlere dair farklı imgeler ve düşünceler taşıdığını göstermekle mekânsal bir türdeşliğin imgelenmesine izin vermez (Stephen ve Bloom’un Saint George kilisesinin çan seslerini birbirlerinden farklı algılamaları gibi s.756). Hem İngiliz sömürgeciliğinin hem Hıristiyan dininin egemenliği altına girmiş bir ülke için saf bir kimliği tarihsel veya mekânsal olarak düşünmek büsbütün imkânsızdır1 (Duffy 2000:51). Dahası, şehrin sakinlerinin tarihe ve mekânlara ilişkin anımsamalarının belirsizliği (örneğin İrlanda’nın İngiltere’ye karşı mücadelesindeki en önemli milli kahramanlarından C.S. Parnell’ın mezarında gerçekten yatıp yatmadığına dair belirsizlikte olduğu gibi -s.146-), arzulanan özdeşliği başarısız kılar.

Her durumda milliyetçi fikrin tarih ve mekân üzerinde gerçekleştirmek istediği biricik ve türdeş bir aidiyet durumu ancak bir yanılsama olabilir. Mutlak ve saf bir özdeşleşme için farkları/çoğulluğu indirgeyen ve dışlayan bir anlayış ancak ve ancak egemen bir gücün şiddete başvurmasıyla gerçekleşebilir. Milleti biricik özne ve fark olarak dayatan milliyetçi düşünce, bu kimliğe dahil olacak ve olamayacakları tanımlayarak tarih ve mekansal düzlemi kapatır.

Bütün bu aynılaştırma siyasetinin temel amacı, tarihi ve mekânı, yabancı olanın asla sızamayacağı, “onlar”a ait olmayıp sadece “biz”e özgü kendilikler olarak düzenlemektir. Milliyetçi ideoloji, tarih ve mekânı –yani vatanı- yabancı düşmanlığına göre yeniden kurar. Joyce, Ulysses’te bu yabancı düşmanlığının milliyetçi söylemleri nasıl birleştirdiğini gösterir. Yabancı, hiçleştirici bir ötekilik biçiminde düşünüldüğünde kolayca bir düşman olarak addedilir. Bu düşman sadece dışarıda değil, aynı zamanda içerde de bulunur, bulunmadığında ise yeniden yaratılır. Bu milliyetçiliğin hem kendisini tanımlama[1] ölçütü hem de ebedi paranoyasıdır. Bu paranoya, hem İngiliz Haines’ın hem İrlanda milliyetçilerinin, yabancı ve göçebe olarak görülen Yahudilerin kendi ülkelerine karşı bir komplo içinde bulunduklarına dair düşüncelerinde açığa çıkar: “Tabii ben İngilizim, dedi Haines’ın sesi, duygularım bir İngilizinki. Ülkemin Alman Yahudilerinin eline düştüğünü de görmek istemem. Ne yazık ki, bizim ulusal sorunumuz bu şu sıralarda” (s.49); “Işığa karşı günah işlediler. Bu güne kadar dünya üzerinde başıboş dolaşmalarının nedeni de budur. İrlanda sanayiini yabancılara satmak amacıyla bütün dünyaya konsoloslar göndermeye dair her bir muzırlığı Bloom’un (Orhan Koçak’ın deyimiyle ezilen ulus içindeki azınlık olarak Ulysses’teki Yahudi figürü) aşıladığını anlatmaktaydı. Ama düşünün bir kere, dediydi John Wyse, bir Yahudi de başka herkes gibi kendi vatanını niçin sevmesin ki? –Sevsin elbet, dediydi J.J, ama önce hangi vatanı seveceğinden iyice emin olsun” (s.63, 381, 382). Burada yabancı düşmanlığı olarak milliyetçiliğin kapitalizmin mülkiyet yapısıyla nasıl iç içe geçebildiğini de rahatlıkla görebiliriz. Kapitalizmin sürekli mülk/servet edinme isteğine uygun olarak, milliyetçilik de sadece kendine ait bir toprağı/vatanı mülk edinmek istemektedir. Bir göçebe ve yabancı olarak Yahudilerin alnındaki o lanetli damga, kendilerine ait bir vatanlarının olmamasından kaynaklanır. Ulysses’te simgesel bir temsil olarak Yahudi, asla iktidarı mülk edinemeyen, bir “yerli olamayan”dır (s.258). Kapitalizmin mülkiyet sistemi içerisinde Yahudilerin bu yersiz/mülksüz hali, hâlâ özgür bir ülkeleri olmayan ve dillerini unutmaya yüz tutan İrlandalılara[2] gelecekteki olası durumlarını –bir millet olarak yok olma durumlarını- ve çaresizliklerini -ne İngiliz ne de İrlandalı olabilen o arada bulunma halini- çağrıştırdığından Yahudi olana karşı hıncın şiddetini daha da artırmaktadır. Paranoyayla kastedilen tam da budur: milliyetçi söylem, diğerlerini ya kendisine benzemeyip özdeş bir imgeyi kırılmaya uğrattıkları için nefret etmekte ya da kendisine benzedikleri takdirde ise, görünen imgesine katlanamadığı için onlardan nefret edip düşman addetmektedir. Bu nefret edilen öteki, tıpkı son zamanlarda Avrupa’da göçmenlere yönelik ortaya çıkan ırkçılıkta görüldüğü gibi ya çalışmayıp başkasının emeğiyle geçinen bir aylak ya da çalıştığında iş çalan bir işkolik olarak resmedilir (Zizek 2002: 159). Her iki durumda da milliyetçi argüman işbaşındadır. Çünkü milliyetçi söylemin varolması için gerekli olan, tözselliğinden arındırıp bir hiç derekesine düşürebileceği, içerik olarak içine her şeyin doldurulabileceği, boş bir biçim vazifesi görebilecek bir ötekinin varlığıdır.

Milliyetçiliğin belirli bir kimlik çerçevesinde bir yere ait olmayı öne sürüp göçebe ve yabancıya karşı olmasını sadece bir önyargı olarak göremeyiz. Kapitalist sistemin bizzat kendisi, insanları topraklarından koparır ve uzak diyarlara göçebeliğe mahkûm eder ve bir yerli olmanın zeminini zayıflatır. Bu zayıflatmanın etkisini perdelemek ise, kapitalizme eklemlenen muhafazakâr ideolojiye düşer. Muhafazakâr ideoloji, geleneğin zayıfladığı yerde, ortak bir geçmiş ve değerler düzeni yaratarak milliyetçiliğin imdadına koşar. Kapitalizmin ve modernizmin bir efekt olarak etkisi, muhafazakarlığın bu geçmiş tasavvurunun, sadece geçmişi değil, geleceği de denetim altına alma çabasında kendisini gösterir. Kırılmaya, parçalamaya maruz kalan geleneğin yerine başka bir ortak belleği yerleştirmek isteyen muhafazakar düşünce, bu ortaklığı hep aile, devlet, vatan, millet gibi öğeler üzerinden kurduğundan milliyetçilikle hatta ve hatta ırkçılık ve faşizmle yakın bir akrabalık bağı kurar (Baker 2000: 189). Milliyetçilik ve muhafazakârlık, o ne olduğu belirsiz bir “bize özgü” olan peşinden koştukları için, sürekli olarak bir temizlik harekâtı içindedirler. Bu türdeş kılma harekâtının nerdeyse bitimsiz olduğu söylenebilir: temizleme arttıkça komplo duygusu ve dışardan yabancı bir öğenin sızarak bu saflığı bozacağına dair histeri de büyür.

Ezilen bir milletin tıpkı ezen bir millet gibi yabancı ve öteki olana karşı gösterdiği bu düşmanlık, milliyetçiliğin aşılamaz bir ufuk olarak kabul edilmesi gerektiğini mi gösterir? Mazlumun zalime dönüşmesini adeta doğanın bir kuralı olarak addedip bu konuda siyasal bir çözümün imkânsız olduğunu mu benimsemek gerekiyor? Bu sorular, insanlar veya ülkeler arasında bir ortaklığın sağlanıp sağlanamayacağını veya nasıl sağlanabileceği sorununu gündeme getirir. Daha önemlisi, James Joyce’un Ulysses eserinde bu sorulara yanıt veya yanıtlar bulup bulamayacağızdır. Şimdiye kadar anlatılanlardan, Joyce’un soyut bir evrenselliğe ve bu evrenselliğin iki temsilcisi olarak görülebilecek iki efendiye –İngiliz egemenliğine ve Kutsal Roma Katolik kilisesine- itiraz ettiğini kolayca kaydedebiliriz (s.49). Bu türden bir evrensellik, Ulysses’te güçlünün güçsüz üzerinde kendi imgesini kurduğu ve güçsüz olanın tüm özelliklerini sildiği baskıcı bir istek, sömürgeci bir güç olarak ortaya çıkar. Romanda, İngiliz Haines karakteri, bu sömürgeci zihniyeti yansıtır: sadece sahip olduğu kibir ve parası değil, merhamet ve anlayış belirten sözleri bile sömürgeye maruz kalanın yarasını ve travmasını daha fazla artırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Zihnindeki basmakalıp İrlandalılık yargısıyla aslında kendi evrensel imgesini onaylamaktadır. Bu türden bir evrensellik, bir tekilin ifadesi olduğu halde, kendisini bütün tekilleri kapsayacak bir tümellik olarak öne sürer. Joyce, Ulysses’te tarih ve mekândan tutun da biçem ve dile kadar sürekli çoğulluk ve kırılmalar içinde hareket ederek bu evrensellik tasarımının meşruluğunu askıya alır.

Ama Ulysses’te evrenselliğe karşı yerelin ve tümele karşı tikelin tercih edildiği de söylenemez. Joyce, evrenselliği temsil eden iki efendiye oklarını yönelttiği gibi yerel/taşralı mekanların ve toplulukların dayattığı o boğucu havaya da itiraz eder. Yine aynı yerde, Stephen, kendisine ayak işleri gördürtmek isteyen bir efendiden daha söz eder. Ama Haines’ın araya girmesiyle bu efendinin kim olduğu söylenmeden kalır. Romanın devamında, bu efendinin İrlanda’nın geleneksel ve milliyetçi yapısının ortaya çıkardığı taşralık izleri taşıyan cemaat kültürü olduğunu söyleyebiliriz. Joyce/Stephen, iki efendiye karşı çıkmakta ama İrlanda milliyetçiliğini de benimsemektedir. Bu milliyetçi kültür, İngilizlerin o hükümran düzenlerinin bir tür ayna imgesidir (Koçak 1997: 6).

Soyut evrensellik ve yerellik aynı anda kapı dışarı edildiğine göre, Ulysses’te siyasal bir birlikteliğin, milliyetçi ideolojiden farklı olacak bir birlikteliğin nasıl olacağına dair bir yanıtın imkânsız olduğu söylenebilir mi? Her ne kadar kararlı ve nihai olmasa da evrensellik ve yerellik arasında uzlaşabilir bir bağın imkânı Ulysses’te bulunabilir. “Uzlaşma olan yerde, dedi Stephen, önce bir ayrılma olması gerektir” (s.232). Özdeş ve türdeşleştirilmiş bir kimliğin, yerin ve kültürün tam da olmadığı yerde bir uzlaşma aranabilir. Aksi takdirde zaten uzlaşmaya gerek olmazdı. Bu aranılan uzlaşmayı, Ulysses’in iki ana kahramanı Stephen ve Bloom ayrı ayrı dillendirirler. “Ben de, dediydi Bloom, o nefret edilen zulüm gören ırkın bir mensubuyum. Şu anda bile, işte şimdi. Tam şu an”, diyen Bloom’a “Yeni Kudüs’ten mi bahsediyorsun” diye karşılık verilir. Bloom hayır der, “adaletsizlikten bahsediyorum”(s.378). Bloom, milli kültürlerin içine dahil edilemeyecek bir uzlaşma imkanı arar ve bunu ilerde daha açık olarak somutlar: “Ben o kaba herif kadar İrlandalıyım ve herkesin, diye sözünü neticelendirdi, her türlü dine bağlı insanların ve sınıfların pro rata haylice yüklü bir gelire kavuştuğunu görmek isterim, hem de öyle varla yok arası değil, yılda 300 ŧ civarında olmalı. Meselenin can damarı budur işte, üstelik mümkündür de, insanlar arasında dostane ilişkileri tahrik edecek olması da cabası” (s.687). Bu milliyetçi imgenin içine dahil edilemeyecek uzlaşma arayışı, bir de uç ve ütopik bir noktada simgelenir: suyun evrenselliğine ve demokratik eşitliğine hayranlık duymak (s.716). Her türlü iktidar ilişkisini çözmenin yolu bu eşitlik idealinde görülür: farklı toplumlar, sınıflar ve cinsiyetler arasında ortaya çıkan baskıcı ilişkiler ancak böyle giderilebilir.

Yine de Ulysses’te önerilen yanıtın, postmodernizm tartışmasıyla birlikte moda bir söyleme dönüştürülen farklı kimliklerin, kültürlerin ve cemaatlerin birbirine indirgenemezliğini kabul edip bunların birbirlerine dokunmadan yaşayacağı bir birliktelik fikri olduğunu düşünmemek gerekiyor. Joyce’un hükümran bir evrenselliğe teslim etmek istemediği fark ve tikellik, bir kültürün/cemaatin/kimliğin varlığı değil, yukarıda Bloom’un sözlerinde de görülebileceği gibi, kapitalizmin eşitsiz bir gelişmeyle ortaya çıkardığı varoluş durumlarının, insani ve toplumsal durumların direnç ifadeleridir. Bu varoluş tarzlarına, sırf bir kimlik ve kültür yaftası yapıştırmakla sorun dipsiz bir kuyuya hapsedilmektedir. Milliyetçilik, yerlilik, aidiyet duygusunun telafi edilebilir üretimleri olabilir, ama aynı zamanda bu duygusal üretimler neticesinde üstünlükler inşa ettiğinden şiddete gereksinim duyan bir iktidar biçimi kurar. Milliyetçilikteki fark, ötekileri dışlayan ve ortaklığa direnen olumsuz bir üstünlük isteğidir. Ortaklığa katılabilen fark ise, “karşılıklı üstünlüğe değil, karşılıklı eşitliğe” dayanan çoğulcu bir taleptir (s.686). Bu talep ancak her türden güç eşitsizliğinin giderilmesiyle –iktidar ilişkilerini üreten aşkın merkezlerin –etnik, kültürel ve cinsiyetçi üstünlük iddialarının- ortadan kaldırmasıyla gerçekleştirilebilir. Bu bakımdan, her ne kadar ideal ve zayıf olarak görülebilse de Stephen’ın ve de Joyce’un milli kültüre ve vatana karşı baba evini terk ederek kozmopolit bir tavrı öne sürmesi de bir direnç seçeneği olarak kabul edilmelidir. Kozmopolitlik fikri, milli kimlik ve aidiyet dışında bir yaratmanın/kurmanın imkânını gösterdiği için önemlidir.


[1] Sloven Zizek, belirli bir topluluğu bir arada tutan bu tanımlama mekanizmasının ortak keyfe göre kurulduğunu söyler. Bir topluluğu ötekinden ayırt eden keyfi düzenleme biçiminin farklı olmasıdır. Bu “milli şey” sadece bizim ulaşabileceğimiz ötekilerin/onların ulaşamayacağı bir şeydir. Bu şeyi nasıl tanıyacağımızın tek tutarlı yanıtı, bu şeyin o belirsiz “yaşam tarzı” olduğunu söylemektir. Ötekinde canımızı sıkan şey, tam da keyfini organize etme tarzıdır (Zizek 2002: 212).
[2] Hem İrlandalılar hem Yahudiler bu dağınıklıklarına son verecek bir kurtarıcıyı beklemektedirler: “Yaa, hepsi de kurtarıcılarını bekliyor hâlâ, dediydi Martin. Aslında biz de öyle” (s.383).


1 “-İki efendiye hizmet ediyorum dedi Stephen, biri İngiliz öteki İtalyan.
-İtalyan mı? dedi Haines.
Çılgın bir kraliçe, yaşlı ve kıskanç. Diz çök önümde.
-Bir üçüncüsü daha var ki diye ekledi Stephen, ayak işleri gördürmek istiyor bana.
İtalyan mı? dedi gene Haines. Ne demek istiyorsun?
Britanya imparatorluğu, diye yanıtladı Stephen yüzü allaşıp ve Kutsal Roma Katolik ve Papalık Kilisesi” (s.49).






KAYNAKÇA

Baker, Ulus. Yerlilik: “Bir Aşındırma Denemesi”, Aşındırma Denemeleri içinde, İstanbul: Birikim Yayınları,2000

Brennan, Timothy. “The National longing for form”, in Narration and Nation, ed. by: Homi K. Bhaba, London and New York: Routledge, 1990

Duffy, Enda. “Disappearing Dublin: Ulysses, postcoloniality, and the politics of space”,in Semicolonial Joyce, ed. by: Derek Attridge and Marjorie Howes, Cambridge: Cambridge University Press, 2000,

Joyce, James. Ulysses (çev: Nevzat Erkmen), İstanbul: YKY, 1996

Koçak, Orhan, Ulysses’in Coğrafyası, İstanbul: Virgül Dergisi, Sayı:3, Aralık 1997

Renan, Ernst, “What is a nation?”, in Narration and Nation, ed.by: Homi K. Bhaba, London and New York: Routledge, 1990

Zizek, Sloven. “Milletinin Keyfini Çıkar, Kendininmiş Gibi” (çev: Tuncay Birkan), Kırılgan Temas İçinde, Hazırlayanlar: Bülent Somay ve Tuncay Birkan, istanbul: Metis Yayınları, 2002




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Suruç’a Ağıt

Temmuzun yirmisinde kabristanlar dipdiri genç ölülerin cesetleriyle dağlanmış bir ülkenin ovaları görmek konuşmak düşünmek söylemek yasa...