6 Mart 2020 Cuma

Bir Hugo Mimarisi: Güzel ve Çirkin, Oluş ve Akış, Keçi ve Eşek



Victor Hugo’nun dünya edebiyatının başyapıtlarından birisi kabul edilen Notre-Dame’ın Kamburu’nu bugün yeniden okumanın bir anlamı var mıdır? Bu sorunun yanıtını şimdiden kestirmek güç olsa da Hugo’nun eseri, Schopenhauer’in “estetik seyir”[1] kavramını anıştırır şekilde eşsiz bir temaşa ve sanat ile sanat eserinin niteliği üzerine düşünmek/tartışmak için de zengin bir zemin sunar.
Notre-Dame’ın girişinde bir uzun koridor
Eser çok katmanlıdır. Öyle ki Hugo, 654 sayfalık eserin 189. sayfasındaki Dördüncü Kitap’ta hikâyeyi ancak başlatır. Nihayet burada, okurun daha kitabı okumadan tanıştığı Quasimodo’nun hikâyesini etraflıca anlatmaya, olayların üzerinde cereyan edeceği ağı yani kaderi karakterlerle ilişkilendirmeye başlar. Bu sayfaya kadarsa –kitabın yaklaşık üçte biri- kitapta olay örgüsüne bir giriş hazırlanır ancak bu daha çok üzerine yapının kurulacağı bir temelin hazırlanması gibidir. Bu bölümde daha çok üç şeyden bahsedilir: Romanın kendisi, Mimari ve Şair.
Roman kısmı büyülü bir sözcükle açılır: Kader. Daha doğrusu, eski Yunanca’da “önüne geçilemez kader” anlamına gelen ANAGKH sözcüğüyle. Notre-Dame’ın karanlık kulelerinden birisinde Hugo’nun gördüğü, duvara elle kazınmış bir sözcüktür bu. Hugo romanını bizzat kendisi olarak açtıktan (Birkaç yıl oluyor, bu kitabın yazarı Notre-Dame’ı ziyaret ederken…)[2] sonra modern bir yazarın nadiren yaptığı bir şeyi yapar ve kitabı yazma amacını açıklıkla belirtir: “Bu kitap, o sözcük [kader, bn.] vesilesiyle yazıldı.” Kuşkusuz bu, Hugo’nun romancının çok ötesinde bir şey olma isteğine dair de bir işaret ve aynı zamanda iddiadır.
Bu uzun anlatının bir diğer ayağı, mimaridir. Hugo, “en büyük dram kurucu”[3] dediği kader sözcüğüyle eş zamanlı bir mimari anlatısı başlatır ve yazıyı gördüğü sahneyi şöyle tarif eder:
“Taşa oldukça derin kazınmış ve yüzyılların aşındırmasıyla kararmış bu Yunanca majiskül harfler, onları oraya yazanın Ortaçağ’dan biri olduğunu ele vermek istermiş gibi biçim ve durumlarına sinmiş gotik hat sanatına özgü belli belirsiz kimi özellikler ve hele içerdikleri kasvetli ve uğursuz anlam, yazarı derinden etkiledi”[4].
Hugo eseriyle ilgili, bizzat eserinin önsözünde, açıklamalar yapmaya devam eder. Eğer yazının yazılmasına vesile olan Kader’diyse, Hugo’nun kaderiyle en çok ilgilendiği şey Notre-Dame Katedrali’dir. Bu yüzden de kitabın ne vesileyle yazıldığını bize söylemeden önce şu girişi yapar: “O duvara, o sözcüğü yazmış olan adam, birkaç yüzyıl önce kuşakların içinden silinip gitmişti; şimdi sözcük de kilisenin içinden duvarından silindi, belki bir süre sonra kilisenin kendisi de yeryüzünden silinecek.”[5] Kitap boyunca Hugo, pek çok yerde Kilise’yi insanın ve halkın önüne koyacak ve Kilise’ye hoyrat davranışları nedeniyle anti-hümanizma geleneğine yerleştirilebilecek değerlendirmelerde bulunacaktır: “Zaman kördür, insansa ahmak!”[6], “Rahip badanalıyor, mimar kazıyor, ardından halk çıkageliyor ve yıkıp geçiyor…”[7] Yazarın kitapta kimi yerlerde anlatısının coşkunluğuna kapılıp, kalabalıkları azarladığına bile tanık olduğumuz hissine kapılırız yer yer.
Hugo, bu kısa başlıksız girişin ardından, son baskı için eklediği notta da mimariye ve özellikle Notre-Dame’ın mimarisine daha geniş bir yer ayırır. Bu son baskı için yazılan not, bizi eserin bağlandığı yapılara da daha net ulaştırır. Sorun şudur: İlk baskıda, Hugo’nun yazdığı kimi bölümler kayboldukları için yer almamış, ancak daha sonra bulunan bu notlar nihai basımda romana eklenmiştir. Bu Hugo için oldukça sevindiricidir. Çünkü bir eser asla keyfi değildir: “Ona [Yazara, -bn] göre roman denen şey bir tür zorunluluktan, bütün bölümleriyle birlikte doğar, bir dramın da bütün sahneleriyle birlikte doğması gibi; bu bütünü, dram veya parçaların sayısında herhangi bir keyfilik oluğunu sanmayın”[8]. Ancak okuru uyarmaktan da geri kalmaz: “Kuşkusuz bu yeni bölümler, Notre-Dame’ın Kamburu’nda sadece yaşanan dramı, sadece romanı arayan – aslında gayet akıllı – okurların gözünde pek değer taşımayacaktır. Fakat belki bu kitapta gizlenmiş estetik ve felsefe düşüncesini incelemeyi de yararsız bulmayan; Notre-Dameın Kamburu’nu okurken romanın altında başka şeyler de keşfetmekten ve bu haliyle şairin yaratısı üzerinden – kullandığım biraz iddialı deyimler bağışlansın- tarihçinin sistemini ve sanatçının amacını da izlemekten hoşlanan başka okurlar da vardır.”[9]
Böylelikle Hugo, bırakalım romanın bir yerinde ortaya çıkmayı; daha kapak sayfasından itibaren bizi karşılayıp yerlerimize oturtur ve bu konumunu da romanla aramızdan –nadir anlar dışında- hiç çekilmeksizin sürdürür. Bizi eserinin kapısından içeri buyur ederken de içeride neyle karşılaşacağımızı kulağımıza fısıldar: Melankolik bir insan kaderi, “çöküş halindeki kral sanat”[10] mimari ve felsefe/derin düşünce severler için şairin yaratısı, tarihçinin sistemi ve sanatçının amacı.
Bu bütünü, kaybolup sonradan bulunan kitabın parçalarında Hugo şöyle ifade eder: “Büyük yapılar, büyük dağlar gibi, yüzyılların eseridir. Çoğu kez sanat değiştiği hâlde onlar askıda kalır….ve dönüşmüş sanatın içinde sakin sakin varlıklarını sürdürür. Yeni sanat, anıtı bulduğu yerde ele geçirir, kendini ona aşılar, onu özümser, keyfince geliştirir ve yapabilirse tamamlar. Olay sorunsuzca, çabasızca, tepkisizce, doğal ve sakin bir yasaya göre gelişir… Elbette aynı anıt üzerine birkaç düzeyde birkaç sanatın böyle üst üste lehimlenmesinde birçok kalın kitaba, çoğu kez insanlığın evrensel tarihine yetecek kadar malzeme vardır; yapanın adı bilinmeyen bu büyük kütlelerin üzerinden insan, sanatçı, birey silinir; insan zekâsının özeti ve toplamı söz konusudur. Zaman mimardır, halksa duvarcı ustası…”[11] Hugo’nun bu metninden Nietzsche’nin başını uzatıp Apollon ve Dionysos arasındaki mücadele olarak sanattan söz etmeye başlaması an meselesi gibi görünür.[12]
Koridor devam eder
Romanın hemen girişindeki bu kader, mimari, şair kelimeleri, Hugo’nun da açıkça söylediği gibi tesadüfi değil bir bütüne tabidir ve dahası bu bütün tarafından gerektirildikleri için oradadırlar. Hugo’nun eseri bu konuda nettir: Quasimodo’nun sağır olduğunu, işitmediği birisi kendisine şöyle bağırdığında öğreniriz: “‘Sağır mısın be adam?’ Gerçekten de zangoç sağırdı.”[13] Romanda hiçbir şey yeri gelmeden konuşulmaz, söylenmez. Her şey makine nizamıyla kurulmuş, durması gerektiği gibi durmakta ve konumlandırılan her şey bir başka şeyi ayakta tutmaktadır. Yapı Mantık’ın sütunlarıyla inşa edilmiştir. Bu inşa, edebiyatın sağladığı bir olanağı eşsiz şekilde işlemiş ve ortaya bir iskelet çıkarmıştır. Karakterlerin hiçbirisi fazla ya da gereksiz değildir. Hepsi gerekli oldukları için romanda ve sadece gerekli oldukları yerdedirler ve sürekli bir bağlantı kurma- akışı sağlama görevi yürütürler. Romandaki olay örgüsü bu karakterlerle örülür. Akış romanın temel özelliğidir. Öyle ki hikâye sanki bir tür nehir anlatı şeklinde yazılmış ve bölüm başlıkları dahi sonradan eklenmiştir. Tüm karakterler kendi oluşlarıyla birlikte, olayların oluşuna yataklık ederler. Hugo işin bu düzeyde belki de en az edebiyat kısmındadır. Edebiyat yüzeydeki bir şeydir; belki de bir yapının yüzeyindeki bir tür kabartmadır ve hep bir ölçüsü vardır. Örneğin Esmeralda ve annesinin kavuşma anını, bu bir şair için bile fazla duygusal anı, şöyle geçmiştir yazar: “Burada, durumu tasvir etmekten vazgeçiyoruz.”[14]
Hugo’nun sadece biçimsel bir olanak olarak kullandığı edebiyat, onun için üzerine (daha doğrusu altına) tarihin, felsefenin, mimarinin, tiyatronun, heykelin, müziğin ve hatta gelecekte sinemanın kurulabileceği bir alana açılan kapıdır ve Hugo bu kapıdan geçerek ulaştığı alanda çok zengin bir ikilik bulmuştur: Güzel ve Çirkin. Tüm dünyayı keskinliğiyle kalın bir çizgiyle ikiye ayırabilecek türde bir ikiliktir bu. Dünyanın en güzel (insan) varlığı, iyi ve güzel olan her şeyin simgesi 16 yaşındaki bakire sokak dansçısı Esmeralda ile yeryüzünde görülebilecek en çirkin insani varlık arasındaki karşıtlık ve bütünlük. Hugo konağını buraya inşa eder ve tüm sanat(çı)ları bu eşsiz ikiliğin çeşmesinden içmeye çağırır: Güzelin çirkin, çirkinin güzel oluşundaki o ortaklaşma ve/veya dönüşüm anına. Zaten sadece kitabında isimlerini andığı, alıntı yaptığı, konuştuğu, itiraz ettiği, dedikodusunu ettiği (“o kadar çok detay vardı ki Homeros bile saymaktan yorulurdu”[15]) sanatçıların isimleri bile bir ansiklopediyi dolduracak niceliktedir.
Hugo’nun üzerinde konağını kurduğu alan, ters çevrilmiş bir dünyadır. Esmeralda ile Quasimodo’nun yer değiştirmesi basitçe güzel ile çirkinin yer değiştirmesinin genel bir tasviridir. Hikâye bir yanıyla çok klasik ve biçim olarak Yeşilçam senaryolarını aratmayacak klişelerle doludur. Çingenelerin büyüttüğü ve kendisine âşık onca adam yüzünden başına gelmedik kalmayan zavallı kız ve zavallı kambur! Hugo’nun hikâyeyi başlatmaktaki acelesizliği belki de bu olgunun farkında olmasından ileri gelir ve mahareti tam da burada işler. Bu absürtlüklerin ne kadar gerçekçi olduğuna önce anlatımıyla okuru ikna eder. Ancak okur daha sonra bu absürtlüğün tümüyle gerçek olduğundan kuşkulanırken bulur kendisini. Hugo gerçek bir kader işçisidir ve bu kader işçiliği gerçeklikle absürtlüğü iç içe geçirmesine olanak tanır. Kitaptaki hiçbir olay dümdüz şekilde olmaz. Örneğin Quasimodo’yu yargılayan mahkemenin başkanının da sağır olması bu absürtlük/gerçeklik ilişkisinin zirvesi olarak eserdeki yerini alır. Adli sistem gerçekten de sağırdır. Bu anlamıyla, Hugo yer yer Homerosçu görünmekten kaçınmayan bir Sophokles yer yer de tam karşıtıdır (Sophokles gibi görünmekten kaçınmayan Homeros). Bize kaderi anlatmakta, kaderin ne türden bir mükemmeliyetle gerçekleştiğini sunmakta ve çaresizliği, belki de eserlerinden esinlenilen müzikallerin başarısı da buradadır, melankolik bir müzik eşliğinde kulaklarımıza üflemektedir. Kitap boyunca devam eden bu yas havası, Antik Tragedya’daki Koro’nun işlevine bürünür. Kitabın şairi, romanı, mimarı, sanatçısı, tarihçisi ve felsefecesi olan Hugo eserinin aynı zamanda görünmeyen ancak hiç susmayan korosudur da.
Bu absürtlük ve gerçekliğin iç içeliğinin bir diğer örneği, kitabın sonunda Çingeneler asılacağı düşüncesiyle Esmeralda’yı kurtarmaya geldiğinde yaşanır. Sağır Quasimodo kalabalığın kızı alıp asacağını düşünmektedir. Öte yandan Kral, halkın kız hâlâ asılmamış olduğu için isyan ettiğini sanıp kızı bizzat kendileri asmak için ayaklandığını sanmış, “halkı kırma ve kızı asma” şeklinde tarihi bir karar almıştır: “Halkı kırımdan geçir ve istediğini yap”[16]. Bununla beraber Quasimodo, Kilise’ye gelen Kral atlılarının kurtarıcı olduğunu düşünecek, halk Esmeralda’yı onlara vermemek için direndiğini, askerler ise Çingenelerden Esmeralda’yı kurtarmak için çabaladıklarını düşüneceklerdir. Burada ilginç bir şey olur ve tüm bu yanlış anlamalar silsilesine ve hakikatten habersizliğe rağmen olaylar mantıksal bir sonuca bağlanır: Kız asılır! Kızın asılmasını isteyen, kazanır! Tümüyle saçma, absürt bir durum içerisinde her şey birden yerli yerine oturur. Oluş denilen kaosun etrafını saran mantık, kader, akış ondan “bir” şey çıkarır ve gerçeğin o olduğunu söyler. Neredeyse bunu emreder. Burada oluş’un tesadüfiliği, kaotik yapısı ve başıboşluğunun arkasında mantığının emri duyulur. [17] Ses, fena halde Herakleitos’a benzemektedir.
Şair ve Hugo
Buraya tekrar dönmeden önce Hugo’nun romanı boyunca şair karakteri ve kavramına, en az kader ve mimariye verdiği kadar önem ve rol verdiğini belirtmek gerekiyor. En başta kendisini şair olarak anıp fazla gururlu konuştuğu[18] için özür dilese de  - ki Hugo şairdir ve hatta Yüzyılın Efsaneleri isimli, Baudelaire’in hakkında “tek olası modern epik” dediği bir şiir kitabı vardır. Kitap, bir tür Homerosçu insanlık tarihi anlatmaktadır[19]- romanın olay örgüsünün kurulmaya başlandığı Dördüncü Kitap’a kadar pek de gurur duyulamayacak bir şair tiplemesi anlatır. Bu şair, romandan başarıyla çıkacak tek kişi, şair Pierre Gringoire’dir.
Hugo, girişteki iltifatına rağmen şairi açıkça değersiz bir varlık olarak resmeder. Şair, varlığına dahi katlanılamaz bir tiptir. Her deliğe girip her delikten çıkan, başarılı olmasını çok iyi bilen, “gerçek zevklerden hiçbirine sahip olmayıp sahte zevklerin” peşinde gezen bir tiptir. Gerçekten de Gringoire, Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’ünde tarif ettiği şair tipine benzemektedir[20]. Nietzsche’de şair kendi acısından duyduğu memnuniyet açısından ele alınıyor, şairin bu dilsel kategoriye eklenen bir şey, hafif deyimle bir tür istismarcı olduğu belirtiliyor ve şair yeterince gerçek bulunmuyordu: “Utanıyorum hâlâ bir şair olmak zorunda oluşumdan”[21]. Yine Gringoire’nin Zerdüşt’ün mağarasında ağırladığı “daha yüce insanların” eşeğe tapma[22] hikâyesini anıştıracak şekilde Esmeralda’nın değil de keçisi Djali’nin hayatını kurtarmaya istekli olması dikkate değer bir diğer önemli bir benzerliktir; ancak Nietzsche’nin övgü tasviri Hugo’da aşağılamadır. Yine de benzerlik kesilmez: Eşeğe tapma gösterisine liderlik eden “daha yüce insan”, Tanrı’nın katilidir. Burada da Gringoire güzelin ölümünden sorumlu olacaktır.
Ve roman başlar
Kader, mimari ve şairle artık büyük roman hazırdır. Şimdiye kadar olay görgüsü için gerekli hazırlıklar yapılmış, eserin zemini tamamlanmıştır. Bundan sonraki kısmında Hugo olay örgüsüyle bu üç kelimenin içeriğini birbirleriyle harmanlayacak, bu üçünü bir ve aynı şey yapacak ve kelimenin tam anlamıyla ondan bir eser yontacaktır. Burada karşımıza artık bir tür Apollon olarak çıkacak, kanun koyacak ve olanca açılırlığıyla serimlediği oluştan bir kader, bir ilke, bir oluş mantığı veya genel olarak söylersek bir akış yontacaktır.
Hikâye açık ve nettir. Tüm erkek karakterler Esmeralda’ya aşıktır veya ona sahip olmak istemektedir. Quasimodo, Rahip Frollo, Şiar Gringoire, subay Phoebus ve çingenelerin lideri. Bu basit uzam kapama hareketinde Esmeralda’nın etrafını saran sis içinde sevdiği, güzel üniformalı yakışıklı subaydır. Yıkımı, bu subaya aşık olmakla başlar. Her şeyin çok güçlü bir mantıksal nedensellikle (örneğin Esmeralda elbette Quasimodo’ya değil üniformalı, kılıçlı, yakışıklı Phoebus’e aşık olacaktır) tersine çevrildiği düzlem, Hugo’da asla yerini bırakmaz. Sürekli olarak bu terslik sergilenir ve işletilir. Önce olması gerekenin tersi ve sonra da bu terslikler neticesinde kaçınılmaz olan olur. Ancak kaçınılmaz olan bir bütünü ifade ettiği için, tüm melankolik etkisine rağmen kabul edilmelidir.
Kitabın hemen başında Hugo, her zamanki cömertliğiyle bize kitabın içindeki her kapıyı açabilecek bir anahtar verir. O gün Paris uzun süredir birlikte kutlanan bir çifte bayram gününü kutlamaktadır. XI. Louis kendi resmi ve dini ritüellerini yerine getirirken, Çingeneler, yan kesiciler, hırsızlar, katiller veya genel olarak “ayak takımı” da kendi içinden birini kral seçer. 1482 yılının deliler kralı, Quasimodo’dur. Hugo’nun Quasimodo’yu XI. Louis ile kıyaslaması elbette tesadüfi değildir. Kitabın son bölümünde de kurtaracaklarını sandıkları Esmeralda’yı almak için Çingeneler Notre-Dame’a geldiğinde Quasimodo en tepede karanlığı taramakta, gözü ilerideki tek bir mum ışığına sabitlenmektedir. Bu ışık, Kral’ın kandilinin ışığıdır ve o ışıkla aydınlanan odada “vahşi ama güzel” eski adetleri öven Kral tarihe geçecek bir hüküm vermiştir: Halkı kırın, kızı asın! İki kral artık karşı karşıyadır!
“İşkencedeki aşırılığa karşı cezasızluktaki aşırılık”
Quasimodo idam esnasında Esmeralda’yı ipten kurtarmış ve “Sığınak” diye bağırarak kiliseye kaçırmıştır. On beşinci yüzyılda benzerleri görülen bu uygulamaya göre, Notre-Dame bir güvenli alan, bir tür sığınma yeriydi ve oraya sığınan kişi, çıkmadığı sürece hakkındaki karar uygulanamazdı. Hugo’ya göre bu “işkencedeki aşırılığa karşı cezasız kalmadaki aşırılıktı”[23]. Bu, sokaklara yayılmış anarşinin, kaosun veya aynı anlama gelmek üzere kuşatıcı bir iktidar işleyişinin sonucu gelişmiş olsa gerek bir tür özerklik yöntemiydi. [Eserde modern iktidar aygıtının kendisini öncelleyen koşullarla bugün yol açtığı/vardığı yapının benzerliği de dikkat çekicidir. Bugünün çağdaş siyasal hareketlerinin ağırlıklı olarak otonom tarzı özerk bölgeler (ister “demokoratik özerklik” gibi bir tür makro-politika ister kendiliğinden gelişen mahallelerdeki “kurtarılmış bölgeler” biçiminde olsun) üzerinde yoğunlaşması gibi, modern devlet aygıtı veya siyasal iktidarın yokluğunda fiili olarak benzer bir durum vardır.] Eserde Ortaçağ’daki ceza ve işkence kavramlarının ağırlığı sonuna dek hissedilir. Esmeralda Phoebus’u öldürdüğünü reddedince mahkeme salonunda işkenceye uğramış ve suçunu hemen itiraf etmiştir. Ceza kavramının Ortaçağ toplumunun işleyişinde ne kadar önemli bir yer tuttuğunu romanda sürekli olarak deneyimleriz.  Mesela şairimiz Gringoire’nin de son anda Esmeralda sayesinde atlattığı gibi çingeneler ve ayak takımı her köşe başında adam soyuyor, dilediklerini gönüllerince yargılayıp asabiliyorlardı. İşkence ve cezada gerçek bir aşırılık vardı. Modern devletin “standart”, “uygar”, “çağdaş hukuk”u henüz ortada yoktu. Burada Notre-Dame ve onun gibi “sığınaklar”, Kral’ın ve halkın zorbalığı karşısında güzelin sığınabileceği tek yer olarak karşımıza çıkar. Ancak sadece geçici bir süre için. Kilise’nin bu işe yarar son özerkliği de başını Şair Gringoire’nin çektiği bir isyanla elinden alınacak ve Esmeralda asılacaktır.
Akış’ın ve Oluş’un yatağı: İkilik
Görüldüğü gibi ikilik, Hugo’nun romanının temel yapı taşlarından birisidir. Bu ikilik, açılan her şeyin sonra yeniden kapanması ve yer değiştirme temelinde ilerler. Hiçbir şey açık bırakılmaz, hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bu nedenle ikilik, oluşun biçimi ve/veya mantığı olarak karşımıza çıkar ve roman boyu bu devam eder. Yıllarca kızının Çingeneler tarafından yenildiğini düşünen anne kızına kavuşur. Ama hikâyenin hazin sonu değişmez. Burada Lars Von Trier’in Melancholoia filmindekine benzer bir hareket görülür. Melancholia gezegeni önce gelir geçer ancak sonra dönüp çarpar. Hugo’nun uzamının da benzer bir “Melancholian” efektle açıldığını ve kapatıldığını söyleyebiliriz. Hakikat kaybolur ve ortaya çıkar. Ancak bu silinme ve belirme süresi içindeki olay bir tür silinme mantığıyla gerçekleşir ve bu silinme, hakikatin ortaya çıkışıyla tamamlanır.
Gerçekten de, Sophokles’ten farklı olarak, hikâyenin sonunda hiçbir şey açık kalmaz, gelecek nesillere devredilmez. Hatta kitabın sonunda tüm karakterlere ne olduğunu anlatan bir bölüm bile vardır. Gringoire, başarılı tragedyalar yazmış, Frollo Quasimodo tarafından öldürülmüştür. Ortadan kaybolan tek kişi Quasimodo’dur. Kimse onun nerede olduğunu bilmemektedir. Böylece hikâye önce kapanmayacakmış gibi görünür. Ama çok değil üç yıldan az bir sürede hakikat ortaya çıkar. XI. Louis’in dalkavuğu berberi, halkın kasabı Alageyik Olivier yeni kral VIII. Charles tarafından idam edildikten sonra gömülmek için Greve Meydanı’na götürüldüğünde askerlerin karşısına kütle halinde iki kemik yığını çıkar. Quasimodo Esmeralda’nın yanına uzanmış hâldeki iskeletleridir bunlar. Askerler onu Esmeralda’dan ayırdıkları an tuzla buz olur. Hakikat yıllar sonra ortaya çıkmış, hikâye eski kralla birlikte sönerek kapanmıştır. Simyacı rahibin altın yapma metaforu, bu göndermeyle yeniden çağırılır ancak gerçekleşmek üzere değil kapanmak üzere. İskelet, hakikat gömüldüğü yerde altına dönüşmez, toz olur. Onu altın yapacak olan şey, edebiyat, mimari veya sanattır. İşte şair Gringoire, belki de tüm bu kaderin içinde kuyruğunu hep kurtaran talihiyle sanat için en gerekli kişidir. Evet, iğrenç ama gerekli.
Romancıyı kadere bağlayan şey: Bütünlük
Hugo’daki bütünlük duygusu çağdaşları Hegel ve Schopenhauer’in konumunu paylaşır düzeydedir. Quasimodo gözünü kralın hafif ışığına diktiğinde, yazar doğanın Quasimodo’nun tek gözünü “bir tür telafi kaygısıyla”[24] çok keskin yaratmış gibi olduğunu söyler. Gerçekten de Hugo olayları bu şekilde örer; oluşun, bir tür “doğal akışı” olduğunu, bu nedensel akışa bir tür duygunun eşlik ettiğini imler; akış bize Herakleitos’u hatırlatır. Ancak kesinlikle Hugo daha melankoliktir. Ona göre bu doğal akışa benzeyen hareket, doğaya eşlik eden his “kaderdir”. Hugo’nun kaderinin mantığıysa en az Hegel ve Schopenhauer kadar nihilistiktir: Küçük olan büyük olanı yener! Melankoli, bizzat bu küçülmenin melankolisidir ve Hugo’nun dünyasında oluşa içkindir.
Burada eseri bir arada ve ayakta tutan, mimarisini mimari, şiirini şiir yapan özellik karşımıza çıkar. Bu özellik bir sürekli başa dönüştür: Kader; “önüne geçilemeyen kader”. Beşinci Kitap’ta Rahip Frollo üzerine oldukça detaylı ve sanat eserindeki olayın tamamı açısından çok önemli bir bölüm vardır. Burada esere felsefi renginin verilmesi için yazarın bir harekette bulunması ve rutinin dışına çıkması gerekecektir. Yazar bu ihtiyacı şöyle karşılar: Ayinden sonra rahip odasında bulunan tek matbu eseri okurken iki arkadaşı çıkagelir ve koyu bir sohbete koyulurlar.
Kader: Oluş’un mantığı
Arkadaşları Rahip Frollo’dan bir konu hakkında yardım istemeye gelmişlerdir. Konu bir hastayla ilgilidir. Ancak Frollo tıbba pek itibar etmediğini belirtince misafiri “İnsan adı verilen ebedi hasta için özel olarak yapılmış dünya adı verilen şu ebedi çiçek ve maden eczanesini inkâr ediyorsunuz!” diye çıkışır. Rahip nettir: “Ne eczacılığı ne de hastayı inkâr ediyorum! Ben yalnız hekimi inkâr ediyorum!” Bu can sıkıcı diyalog, Rahip astrolojiye de inanmadığını söylediğinde iyice alevlenir. “Peki,” der misafir, “siz neye inanıyorsunuz azizim?”[25]
Rahip elbette bu soruyu tanrısına sığınarak geçiştirse de kısa süre sonra tartışmayı yeniden alevlendirir: “Sizin insan biliminiz bir hiçtir! Gökyüzü biliminiz de bir hiçtir!... Darılmayın ve beni dinleyin. Tıptan demiyorum, zira o gerçekten çılgınca bir şey ama astrolojiden hangi hakikati çıkardınız şimdiye kadar? Dikey bustrophedon’un faziletlerini, ziruph sayısının ve zephirod sayısının faziletlerini sayın bakayım.” Rahip, astroloji ve tıbba burun kıvırırken simyayı övmektedir. “Bin yıl toprak altında gömülü kalan cam, kaya kristaline dönüşür. –Kurşun bütün madenlerin atasıdır.” Rakiplerine söz hakkı tanımamaya kararlıdır: “Ben de tıp, astroloji ve hermetik okudum. Ama hakikat yalnız burada!”. Burada dediği, elindeki tozla dolu bir şişedir. “Işık yalnız burada! Hippokrates bir rüya, Urania bir rüya, Hermes bir düşünce... Altın ise güneştir, altın yapmak tanrı olmaktır. Biricik ilim budur. Tıbbı, astrolojiyi dibine kadar araştırdım, diyordum. Sonuç hiç, yine hiç: İnsan vücudu, kapkaranlık; yıldızlar kapkaranlık!...” Hugo’nun şairliğini konuşturduğu bu tartışmanın önemi, aynı zamanda, Ortaçağ’ın modern bilime de büyücülere de aynı mesafede olduğu bir dönemde yaşanmış olmasıdır. Görünüşe bakılırsa, Ortaçağ’ın insanları bilime inanmamakta bugünün modern insanına göre daha özgürdürler. Bu özgürlüğün bedeli ise “büyü/cü”den duydukları korkudur. Büyücü, dönemin en büyük nefret öznesidir. Rahip, Quasimodo, Esmeralda halk için birer büyücüdürler.
Hugo’nun rahibin bu derin nihilizmini doyasıya konuşturan derin ağıdı, daha ilk sayfada duyulur. Yazar, “kilisenin alnında bu suç veya musibet damgasını bırakmadan dünyayı terke razı olmamış bu azap çeken ruhun”[26] kim olduğunu tahmin etmeye çalışır. Roman, açık olarak bu kaderin sahibinin romanı olacaktır.
Hugo’da kader sözcüğünde tutulan bir yas kadar, oluşun mantığını kabullenmenin getirdiği bir olgunluk da vardır. Matbaa, mimariyi öldürmüştür. Hugo, “işte bu batan güneşi biz, söken bir şafak sayıyoruz”[27], “insanlığın şiiri artık yapılmayacak, basılacak”[28] derken son bir umuda tutunur görünmekte; mimarinin bir sanat şöleni olarak bayrağı edebiyata devrettiğini söylemekte ve Giriş’in soluna Homeros’un beyaz mermerden eski düşük rölyefi yapılmış, sağda çok dilli Kutsal Kitap’ın başını kaldırdığı, temelinde vaktiyle mimarinin kaydetmediği bilgilerin yazdığı, Shakespeare katedralinden Byron camisine kadar irili ufaklı binlerce kulenin evrensel düşüncenin üzerinde karmakarışık vaziyette yükseldiği bu yapıyı “anakent” olarak tarif etmektedir. Hugo, edebi faaliyetle mimari faaliyet arasındaki yer değiştirmedeki ısrarını şu sözlerle bitirir: “Evet, burada da gittikçe büyüyen ve sonsuz bir sarmal halinde yükselen bir inşaat söz konusu; burada da dillerin karmaşası, sürekli bir faaliyet, yorulmak bilmeyen bir emek, bütün insanlığın azimli bakışı, yeni bir tufana, yeni bir barbar istilasına karşı akla vaat edilmiş bir sığınak var. İnsan türünün ikinci Babil Kulesi bu…”[29]
Hugo bu dönüşümü kutlama konusunda oldukça ısrarcıdır: Ona göre “mimarlık artık diğerleri gibi sıradan bir sanat olduğu, artık bütünsel, egemen ve zorba sanatlıktan çıktığı anda, diğer sanatları kendine tabi durumda tutacak kuvveti kalmaz. Dolayısıyla bu sanatlar özgürleşip mimarın boyunduruğunu kırar ve her biri kendi yoluna gider. Bu ayrılıktan hepsi kazançlı çıkar. Tek başına kalış her şeyi büyütür. Oymacılık gerçek heykeltıraşlık, resimcilik resim sanatı, dua ezgileri müzik olur. Sanki bir imparatorluk, İskender’inin ölümüyle dağılmakta, eyaletleri krallığa dönüşmektedir.”[30] “Ve bundan sonra mimarlık, eskaza yeniden ayağa kalksa bile, artık edebiyattan bağımsız olamayacak, eskiden onun yasasına göre var olan edebiyatın yasasına tabi olacaktır. İki sanatın birbiriyle ilgili konumları tersine dönecektir.” Tarihteki büyük şiirlerin mimari yapılara benzeyişi nedensiz değildir. Ağıt ve gözyaşı devam eder: “On üçüncü yüzyılda Dante son Roman kilise, on altıncı yüzyılda Shakespeare son gotik katedraldir.”[31] Ancak Hugo coşkusuyla bir yandan da gözyaşlarını silmeye çalışmaktadır: “Bu batan bir güneş değil, söken bir şafak”.
Hakikati açılan ancak hep sonradan açılan bir yapıyla konumlandırır ve  kaderlerinin bilgisinden habersiz aktörlerin oluşlarının birlikteliği içinde bir ağ açar Hugo. Burada “oluş” ilk olarak karşımıza biçim olarak çıkar. Quasimodo çirkin, Esmeralda güzeldir. Ancak hakikatin hareketi tamamlandığında karşımıza “akış” çıkar ve Quasimodo’nun ve olayların genel oluşu içinde vardıkları yer, oluşun niteliğini belirleyen asıl unsur olur. Hayır, Quasimodo güzeldir. Karakterlerin tümü de bu yüzden en uç noktalarında tersine çevrilir. Herkes kendi oluşu içinde alabildiğine radikaldir. Quasimodo çok çirkin Esmeralda çok güzeldir. Hiçbir şeyin ortası, belirsizi yoktur. Romandaki temel karakterler birbirlerinden net olarak ayrı olmalarına rağmen aslında birbirleriyle birlikte olmaya devam etmekte, görünmeyen bir bağ onları birbirine bağlamayı sürdürmektedir. Görünüşte en zıt olanlar arasında bile onları bir arada tutan bir bağ vardır. İşte bu bağ, tek tek oluşları bütün oluşa bağlayan şey kaderdir; oluş bir anlamda kaderin tecellisi ve akışıdır; daha doğrusu, Hugo’nun penceresinden, Dionysos’u andıran ölçüsüzlüğüyle oluş, katı ilke ve kesin sonuçlarıyla Apollon’u çağrıştıran kader ve akışın biçimlendirmesine tabidir.
Homeros devam eder
Bu bağın bir örneği de başlıklı Şair Gringoirre ile Rahip Frollo arasındaki karşılaşmadır. Rahip, pek gereksiz bir karakter gibi görünen Gringoire’nin Esmeralda yerine asılmasının sorunu çözeceğini düşünmektedir. Ne de olsa şair hayatını, Esmeralda’nın onu nikâhına alarak Çingenelerin elinden kurtarmasına borçludur. Rahip, Gringiore’yi oldukça keyifli bulur. Kilise’nin mimarisi ve heykeller üzerine uzun bir sohbetten sonra “Ben Pyrrhoncu bir filozofum, her şeyi dengede tutarım”[32] diyen şaire o sırada oradan geçen yakışıklı asker Phoebus’u kıskanıp kıskanmadığını sorar; bu kızın kocası durumundaki Gringoire’yi harekete geçirmek için oynadığı son kozudur: Kıskançlık. Rahip, tıpkı Kızıl ile Kara’nın rahibi Lucien Sorel gibi asker üniformasını kıskanmakta ona karşı bir kin beslemektedir ve karşılığında da asker üniforması ve onu sevenlerin tiksintisini almaktadır. Ancak şair yine oralı değildir. Şiirler ve tragedyalar yazdığını, kadınlar ve hayvanlardan sonra kendisini daha az vefasız olan taşlara verdiğini anlatmaktadır: “Nelerini kıskanayım sayın Başdiyakozum? Kuvvetlerini mi silahlarını mı yoksa disiplinlerini mi? Paçavralar içinde de olsa felsefe ve bağımsızlık bunlardan yeğdir. Aslanın kuyruğu olacağıma sineğin başı olayım, daha iyi!”[33] Başdiyakoz için bu tutum oldukça radikaldir, Gringoire’nin asker üniformasını kıskanmaması onu şaşırtmıştır. Yine de fikrini değiştirmez ve Esmeralda’nın yerine idam edilmeyi kabul etmesini önerir. Gringoire’nin yanıtıysa kendisinin asılmasına gerek kalmayacak basit bir tezgâhtır. Kız asılacağı gerekçesiyle isyan çıkartacak ve kız sığınak alanından çıkarıldığında da gerçekten asılacaktır.
Eserde izini sürmeye çalıştığımız form, roman boyunca yaşananları biçimlendirir ve ilişkilendirir. Romandaki temel kahramanların hikâyeleri ve karakterleri bu nedenle romandaki ağı birlikte örerler. Burada iki şeye tanıklık ederiz. Kahramanlar kendi karakterlerini derinliğine gösterir ve çeşitli karakterler oluşları içerisinde resmedilir. İkinci olaraksa karakterler ancak bir başka karakterle karşılaştığında tam hâllerine kavuşur. Rahip Frollo ve Quasimodo açık bir karşıtlık ve ikilik oluşturur. Yiine Quasimodo-yakışıklı çapkın asker Phoebus arasında, Phoebus ile Rahip Frollo, Quasimodo ile Esmeralda, Quasimodo ile Kral, Rahip Frollo ve kardeşi Jehan vs. arasında yalın karşıtlıklar ve bütünlemeler söz konusudur. Bu Hugo’nun bize oluşun mantığı diyebileceğimiz kaderin oluşunu veriş tarzıdır. Kader daima yetişmesi imkânsız bir hareket içinde ve parçalı olarak karşımıza çıkar. Quasimodo Esmeralda’ya âşıktır ancak bu aşk, tek gerçek aşk olmasına rağmen, imkânsızdır. Dünyanın en güzel kadını ile en çirkin adamı arasında bir aşk olamayacak olması tam da bizi romanın kalbindeki kedere bağlar. Quasimodo, hayran gözlerle Phoebus’u izleyen Esmeralda’ya bakarak “böylelerinin yüreği çirkin olur” derken, gerçekte güzelin kendisi olduğunu da söylemektedir: “Demek böyle olmak gerekiyor! Üstüne bir de yakışıklı oldun mu başka şeye gerek yok!”[34]
Ne büyük acılar çekmiştir Quasimodo! Terk edilmişlik, çirkinlik, kamburluk, bir zorbaya kölelik gibi özellikleri nedeniyle bir kahraman olmaya en uzak kişidir ve kaderi de onun oluşuna çizilen sınırı ifade eder. Ne yaparsa yapsın bir kahraman olamayacak, Esmeralda’nın aşkını kazanamayacaktır. Ama kaderi tam da burada belirir: Quasimodo gerçek bir kahraman ve gerçek bir âşıktır. Tüm çirkinliği ve tuhaflığının örttüğü bu gerçek, zindan kulesinin dibine kazınılan Kader sözcüğüyle ifade edilir. Burada artık Nietzsche’nin acılarla dolu kaderini onaylayan Dionysos’undan bir an görülür: Çekilen acılara rağmen, oluş onaylanmış, kaderle barışılmıştır; kader aşılmıştır. Rahibin Apolloncu yontuculuğuna karşı Quasimodo’nun Dionysosçu put-kırıcılığı ve taşkınlığı sahneye çıkmış; trajik yer değiştirme tamamlanmıştır. Rahip Frollo’nun elleriyle kazıdığı ve kitaba esin kaynağı olan kader kelimesi, Quasimodo’nun kaderiyle özdeşleşmiş; yazar karanlık rahibin siliniş mantığından ancak eserini Quasimodo’nun erdemine yaslayarak kurtulabilmiştir. Bu yüzden kitapta anılan “kader” rahibe aitken kitabın ismi de resmi de bu acayip varlığa aittir ve eser de yazar da onun kendini ölüme bırakma erdemiyle ölümsüzleşir.
Eser bitmez
Eser mimari döngüsünü tamamlayıp bereketli bir kaynak üzerine kurulmuş yaşayan bir organizma olarak ayakta durmaya başladığı andan itibaren, üzerinde bulunduğu tarihsel hatlara bağlanır. 1830’ların başında yayımlanan bu kitap hem güçlü nihilizmi hem de güçlü romantizmiyle çağının damgasını taşır. Hugo’nun kullandığı metaforlar Sophokles ile Nietzsche arasında gidip gelmektedir. Esmeralda da tıpkı Oidipus gibi “yanlış” bir çocuktur. O da başka bir aile tarafından büyütülür ve yer değiştirir ve hakikati öğrenmesinden kısa süre sonra hayatını kaybeder. Quasimodo ise bu kaderin diğer trajik yarısıdır. Esmeralda nasıl ki Oidipus’a veya Antigone’a bağlıysa, Quasimodo da Nietzscheci anlamıyla hakikatin çirkin yüzüne, değerlerin tersine çevrilmişliğine bağlanır. Quasimodo bir anlamda, kendi çirkinliğini onaylayarak trajik olanı gerçekleştirir. Hugo, Notre-Dame’ı “iki başlı azman bir Sfenks”[35] olarak tanımlar ve Rahip kitabın bu azmanı öldüreceğini söyler: “Heyhat! Heyhat! Küçük şeyler, büyüklerin hakkından geliyor; bir diş, bir gürzü yeniyor. Nil faresi timsahı, kılıçbalığı balinayı öldürüyor; kitap da binayı öldürecek!”[36]
Eserin bir diğer yanı da başta Fransız Devrimi olmak üzere Aydınlanma’nın ruhuna tutulan bir fener işlevi görmesidir. Bu anlamda Notre-Dame’ın hikâyesi, Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi’ne de bağlanır. Dickens Bastille zindanlarını, Paris yoksullarını ve dönemin Londra’sını anlattığı büyük eserinde, devrime yataklık eden hıncı oldukça keskin şekilde tarif etmişti. Bu anlamda Notre-Dame’un Kamburu, giyotine giden yolu üç yüz yıla yakın bir süre öncesinden ele alarak onun oluşunun izlerini sürmekte; kitap Greve Meydanı’ndaki (henüz giyotinsiz) idamlarla kapanmaktadır. Hakikatin karşımıza çıktığı yerse, Kral’ın mezarlığıdır. Hugo’da aynı mezarlıkta Kral Sanat Mimari için yas tutmakta ve kaygısını şöyle anlatmaktadır “Yazar,…., bütün biçimleriyle sanatın, atölyelerimize henüz çimlenme halindeki dehalarının sızdığını hissettiğimiz yeni kuşaklardan çok şey bekleyebileceğini biliyor. Tohum karığa düşmüştür, hasat mutlaka güzel olacaktır. Sadece özsuyunun, bu kadar yüzyıl boyunca sanatın en iyi tarlasını oluşturmuş bu kadim mimarlık toprağından çekilmiş olmasından korkuyor.”[37] Görünüşe ve kendisinden sonra gelen Balzac, Dostoyevski, Nietzsche, Kafka, Canetti, Musil gibi dev yapıcılara bakılırsa Hugo belki de haklıdır ve korkusu boşa çıkmıştır.
Sonuç yerine: Bir tartışma imkânı
O halde bugün edebiyat için durum nedir? Elbette güncel edebiyatın durumu bu yazının sınırlarını aşarsa da Hugo üzerine yapılan değerlendirmenin tümüyle boşlukta kalmaması ve burada belirsiz, aşırı hareketli ve soyut görünebilecek bir yorumun somut olana bağlanması açısından gerekli görünüyor bu soru.
Hugo’nun perspektifinden baktığımızda matbaa dışı yayınlar ve sinema özellikle dikkat çekicidir. Özellikle de internet, sosyal medya, televizyon ve mobil iletişimle ve hatta giderek süreğen bir nitelik kazanan kent ayaklanmalarındaki duvar yazıları ve sloganlarla Hugo’nun bahsettiği alanda bir alt-üst oluş yaşanmıştır. Eğer dev mimari eserler ve edebiyat insanlığın şiirini, yazılmamış hafızasını kaydetmek için yapıldı, yazıldı ve insanlık tarihinde yerlerini aldılarsa; insanlığın ve tek tek insanların öyküsünün, şiirinin (eğer varsa), tarihinin bizzat kendilerince çeşitli platformlarda dile getirilmesi ve bu hikâyelerin internette tüm dünyayı kat etmesinin ancak saatler aldığı bugün Hugo’nun duyduğu korku –sanatın öz-suyunun mimarlıkla beraber tümüyle çekilmesi- gerçekleşmiş midir? Yoksa yine bir Apollon-Dionysos ikiliğiyle biçim-içerik değiştirerek akmakta ve içeriğiyle biçimini aşarak biçimiyle içeriğini sürekli yontarak varlığını korumakta mıdır? Örneğin Hugo’nun eserinin muadili bugün yazıldığında yine Hermes’ten, Orpheus’tan mı söz edecektir yoksa Google, Microsoft, Starbucks’tan mı? (Dönem film, dizi ve edebiyatına, polisiyeye dönüşe buradan da bakılabilir: Günümüzün küçük insanından kurtulmak – ki Hugo’nun kitabı da bir dönem kitabıdır). Eser, insanın ve yazarın biricikliğinden kopmamak adına gündelik dünyaya hükmeden meta ve markanın altından girip üstünden çıkabilecek ve insanı tüm bunlardan soyutlayarak, bu esnada onu sağ tutarak, kendi büyük yapısını inşa edebilecek midir? Daha açık bir deyişle soracak olursak bugünün sanatçısı/edebiyatçısı bugünün insanını anlatabilecek kadar küçülüp aynı zamanda onu bir mimari yapıya dönüştürebilecek kadar soylu kalabilecek midir?
Bu tartışmayı hakkınca yürütmek şu yazı için mümkün görünmese de Hugo’nun korkusunu farklı bir açıdan haklı çıkaran bir gelişme yaşanmaya devam eder görünmektedir. İnsanlığın şiiri hâlâ anlatılmakta, hâlâ dolaşıma sokulmaktadır. Üstelik bu tıpkı Hugo’nun yazdığı gibi öznesiz/kolektif bir şekilde olmaktadır. Kaderin veya oluşun mantığı bugün kendisini birçok olayda açık etmekte ve göstermektedir. Nedir ki bu olaylara okur, edebiyat veya sanat aracılığıyla değil haberler, gazeteler, sosyal medyadaki ifade özgürlüğü/olanakları, internet gibi ortamlar aracılığıyla ulaşmaktadır. Elbette bugün yaşanan kimi tek tek dramlardan bir roman yazılabilir. Ancak bu roman, daha yazılırken bile okunmuş olacaktır. Kaldı ki insanlığın hafızasını gelecek nesillere aktarmak….
Hugo’nun romanında çok ilginç anlardan birisi de Şair Gringoire’nin Esmeralda’nın keçisi Djali’ye gösterdiği ilgidir. Ancak Djali’ye ilgi gösterenler sadece şairimiz değildir. Esmeralda’nın yargılandığı ve ölüme mahkûm edildiği işkenceli mahkeme de Djali’yi yargılamış ve hayvancağızı büyücülük suçundan ölüme mahkûm etmiştir. En büyük delil, hayvanın kimi sihirbazlık numaralarını da ezbere yapıyor oluşudur. Hugo’nın absürtlüğü, eserde pek çok kez olduğu gibi, uç noktasına çıkar ancak gerçeklikten asla kopmaz. Üstelik bu sadece modern hukukun gelişiminden önce yaşanan bir Ortaçağ absürtlüğü de değildir.
Şimdi yazımıza burada kısa bir ara vererek, yazının kaçınmasının imkânsız olduğu ağır klasist görüntüden kurtulmasına sağlayacak çelişik bir haber[38] okuyalım:
“‘Katil eşek’ adalet arıyor
Afyon'da eşekten düştüğü iddiasıyla hastaneye kaldırılan kadının darp sonucu öldüğü anlaşılınca eşi ve büyük oğlu tutuklandı. Mahkeme de kadının ardında bıraktığı çocukları ve büyükbaş hayvanlar ile 'zanlı' eşek için vasi tayin etti. Ancak vasi tayin edilen akraba, adı 'katil'e çıkan eşeği almak istemedi. Ortada kalan eşek için çözümü soruşturmayı yürüten savcı buldu. Savcı, kötü huylu köyde istenmeyen eşeği yediemin olarak muhtara verdi.”
İşte Hugo’nun kendisi öleli oldukça uzun bir süre geçmesine rağmen, onu mezarından çıkartacak hem antik hem de bir modern hikâye. Sahnenin Ortaçağ’la ilgisi yoktur; ama kesinlikle Hugo’yla bir ilgisi vardır. Hugo’nun kitabında halkı anlatırken kullandığı tüm batıl inanç, büyü, doğa üstü güçler, bunlardan duyulan korku, en olmadık gizli suçlar ve ceza kavramları bu olayda aktiftir. Dahası bu vb. olaylar her gün sayısız şekilde olmaktadır. Üçüncü sayfa haberleri, tuhaf haberler, son dakika haberleri gibi başlıklarla sanatçının sanatçılığı olmaksızın sunulan tüm bu haberler, haberlere söz konusu olan olayların yayılma imkân ve hızı düşünüldüğünde Hugocu zeminin tümüyle ortada durduğunu ancak ortada bugün bir Hugo Mimarisi muadili yapının olmadığını söyleyebiliriz. Hatta içimizden bazıları daha da radikal çıkıp, dijital makinenin makine matbaayı yendiğini ve yasanın tümüyle işlerlik halinde olduğunu, artık insanlığın yetişmesi için yüzyıllarca beklemesi gereken sanatçıların dehaları aracılığıyla değil de yetişmesi teknik okullarda en fazla iki sene süren biraz ortalama üstü insanlarla işini gördüğünü, ihtiyacını onlarla karşıladığını söyleyebilir. Bu durum, gerçekten de sanatın öz-suyunun çekilişi anlamına mı gelmektedir? Gerçekten de küçük olanın büyük olanı yenmesi gereği, kitap matbaayı nasıl yendiyse bugün de öykü romanı mı yendi? Ve daha kısa öykü kısa öyküyü?
Yoksa yeni sanatın doğum sancılarına şahitlik ediyor muyuz? Sanatçılarımız/Edebiyatçılarımız, Hugo’nun söz ettiği “insanlığın ortak hafızası” mevhumundan uzak düşüp yaratılmamış olanın peşinden gittiği için mi bugün bu düzeyde bir mimariye imza atamamaktadır yoksa modern (modern olanın post-modern olanı kapsadığı sanırım bugün açıktır) edebiyatın temel teması parçalanma, bütünü oluşturacak bakışın henüz yeterince yaratıcı veya güçlü olmadığına mı işaret etmektedir? Biz de Hugo gibi ihtiyatlı bir karamsarlığı benimseyecek olursak şöyle bitirmemiz gerekir sanırım: Hiçbir şey yok olmaz, her şey akışın içinde sessiz bir uğrak olarak varlığını korur. Sahip olunması gereken göz ve kulak yani yorumdur. Ezcümle, yorum sanata dâhildir ve her zaman kaçınılmaz olarak önce oluş ve akışın yorumudur. Bu nedenle felsefe, edebiyatın kıskanç rahmi olma konumunu sürdürmekte, yedi emine devredilen eşekler yeniden ortak yaşamdaki saygın ve sevgili yerlerini almayı beklemektedir. Eşeğe tapma töreninin ardından önce sanatçı sonra da eşek yeniden özgür olacaktır. Ama önce felsefenin “bütün” yorumunun/bakışının yerli yerine oturması gerekiyor.

Not: Bu yazı ilk olarak Kampfplatz dergisinde yayımlanmıştır.




[1] Schopenhauer’in “Estetik Seyir” kavramı için bkz. İstenç ve Tasarım Olarak Dünya, Arthur Schopebhauer, Çev. Levent Özşar, Biblos yayınları, 2005.
[2] Notre-Dame’ın Kamburu, Victor Hugo, Çev. İsmet Birkan, Can Yayınları, 2012, sf. 9
[3] Age, sf. 586
[4] Age, sf.9
[5] Age., sf.10
[6] Age., sf.147
[7] Age., sf. 9
[8] Age., sf.11
[9] Age.  sf.12
[10] Age., sf. 13
[11] Age., sf. 155
[12] Nietzsche’nin Apollon ve Dionysos arasındaki mücadele olarak sanat görüşü için bkz. Tragedyanın Doğuşu, F. Nietzsche, Çev. Mustafa Tüzel, İş Bankası Kültür Yayınları, 2010.
[13] Notre-Dame’ın Kamburu, Victor Hugo, Çev. İsmet Birkan, Can Yayınları, 2012, sf. 75
[14] Age., sf.621
[15] Age. Sf. 97
[16] Age., sf.593

[17] Aslında burada oluş, akış ve kader üzerine bir felsefi akıl yürütme oldukça mümkündür. Ancak Deleuze ve Badiou gibi çağdaş isimlere kadar uzanan ve Parmenides-Herakleitos’tan başlatılabilecek bu tartışma için bu yazı hem dar hem de fazla spekülatiftir.
[18] Şairlerle ilgili romancılar arasında geniş bir tartışma külliyatı vardır. Balzac, Dostoyevski, Oğuz Atay akla gelen ilk örneklerdir. Balzac dışındaki figürlerin çoğu şair karakteri hakkında Hugo ve Nietzsche gibi düşünür.
[19] https://archive.org/details/victorhugosworks19hugouoft
[20] Nietzsche’de şair figürü için bkz. Thus Spake Zarathustra http://www2.hn.psu.edu/faculty/jmanis/nietsche/tszarath.pdf. 
[21] Bkz. LVI. Old and New Tables
[22] Bu bölüm için bkz., LXXVIII. The Ass-Festival
[23] Age., sf.476
[24] Age., sf.534
[25] Burada tartıştığımız kimi meseleler hakkında yürütülen çok daha derin ve göndermelerle örülmüş tartışmalar için bkz. Beşinci Kitap, age., sf.223. Hatta hikâyeyi bilenler kitabın üçüncü ve beşinci kitaplarını okuyarak edebiyat açısından biraz hunharca da olsa felsefi  ve estetik hazzı deneyimleyebilirler.
[26] Age., sf. 9
[27] Age., sf. 243
[28] Age., sf.251
[29] Age., sf. 253
[30] Age. Sf. 247
[31] Age. Sf. 251
[32] Age. sf. 510
[33] Age. Sf. 512
[34] Age. Sf. 489
[35] Age. Sf. 234
[36] Age. Sf. 235
[37] Age. Sf. 13
[38] Arif Balkanlı’nın haberi için bkz. http://www.milliyet.com.tr/-katil-esek-adalet-ariyor-gundem-1906170/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Suruç’a Ağıt

Temmuzun yirmisinde kabristanlar dipdiri genç ölülerin cesetleriyle dağlanmış bir ülkenin ovaları görmek konuşmak düşünmek söylemek yasa...