“gösteren kimin gözleriydi gören hangimiz; ben mi, ben mi?”
Zan, a!etika
“duymayı kim ister ama bu kara sözleri ey yüce
vicdan! Ey aziz halk”
İç mesel, parçalanmış
divan
Orhan Alkaya ve şiiri üzerine
bugüne değin pek çok yazı ve dosya okudum. Ancak şairin şiirini bütünlüklü
olarak ele almaya olanak açan ve onu anlamak için çok merkezi bir rol oynayan
bir kavramın, vicdan kavramının, belki Haydar Ergülen’in yazısındaki bir
maddenin dışında[1], söz
konusu yazılarda geçtiğini pek görmedim. Oysa şair, yalnızlık arayışı 2 şiirinde şöyle der: “vicdanımla nâm saldım”.
Orhan Alkaya şiirinde vicdanın
nereye oturduğunu, ne tür bir kavşak olduğunu, hangi yolları hangi tarzlarla
birbirine bağladığını görmek için o halde önce bu şiirin diğer temel
sütunlarına göz atalım ve vicdan kavramına öyle dönelim.
Orhan Alkaya şiiri, birinci
olarak, çok ilginç bir dönüşün şiiridir. Bu dönüş, Ahmet Haşim’e, Tevfik
Fikret’e dönüş olarak anılabilir. Söz konusu dönüş ilginçtir çünkü Garip akımı
ve hele hele de İkinci Yeni’den sonra Ahmet Haşim’e dönmek, sese dayalı bir
şiir kurmak ve bu sesi de bir bağırma veya gürlükten çok belirli bir söyleyişle
kurmak ilginçliğin birinci unsurudur. Burada bir tersine dönüş söz konusudur.
Tersine dönüş, ilginç olduğu kadar cesurdur da.
Bu dönüşün ilginçliğinin bir
diğer yanı da şudur: Ses, çağdaşlarının ve egemen şiir akımının genelinin aksine,
kendi ben olmaklığıyla uğraşırken aynı zamanda ben demekte, beni yapı-sökümüne
uğratır ve olmadığını söylerken dahi kendisini vurgulamakta ve onaylamaktadır.
Ben’in tepkiselleştiği ve yasaklandığı bir şiir değildir bu, burada ben gezilmekte, deneyimlenmekte ve aynı
zamanda onaylanmaktadır. “Soyunda
tanrılar olan”, “devlet kurup devlet
yıkan”, bir atadan gelen, kent soylu bir bendir karşımızdaki. “Tüm gözler üzerinde”dir ve söz konusu ben
bu bakışları küçümsemektedir: “küçük
kinler ordusu”.
Orhan Alkaya şiirinde elbette ben
tümüyle bundan ibaret değildir, ancak benin bir yanı da sürekli olarak bu
onaylamadır ve şiiri görkemli kılan şey de bu anlamda ben’in görkemliliğidir.
Yenilgiler Tarihi bunun çok iyi bir örneğidir. Burada ben karşımıza hem her şeyden
yoksun olarak çıkar hem de açıkça Tanrı olduğunu ilan eder. Bir kent soylu
olduğunu vurgular, bir Burgonyalıdır, ancak aynı zamanda hiçbir yerden
gelmiştir. Hem komünisttir hem de komünistleri yalnızca partileri terk etmişken
şairi terk eden boydan boya iklimdir. Bu unsur, tepkisel/reaktif şiir
anlayışına dayananlar için daima rahatsız olunacak bir unsura işaret edecektir.
Tepkisel şiir damarının açmazından böylece kurtulur Orhan Alkaya şiiri. Nedir, tepkisel bakış, ben’i, son
kertede, saf olmadığı için reddeder. Oysa saf, kendinden ibaret bir benlik
arayışı hem boşunadır hem de idealistçedir. Orhan Alkaya şiirinin düşmediği
tuzak burada yatar ve bu tuzağa düşmemek, benin görünüşte bir yadsınmasına
düşmeden onun ontolojik onaylanışını da beraberinde getirir.
Sahicilik, Orhan Alkaya şiirinin
bir diğer yapı-taşıdır. Buna açık-sözlülük veya itiraf da diyebiliriz. Sürekli
Ben’den söz eden ancak bunu hep açık sözlülükle, dürüstlükle yapan, kendisinin
yoksunluklarını, çirkinliklerini itiraf eden bir şiirdir. Özellikle Tuz Günleri
kitabında ve “ene” şiirinde bu yapı-taşının ne kadar önemli olduğunu çok net
olarak görürüz. Üstelik bu açık sözlülüğü Orhan Alkaya’nın söyleşilerinde de
görürüz. Şiir yazmak için bir neden gerektiğinden söz ederken de asıl meselenin
şiir yazmak değil de eşit olmak olduğunu söylerken de kendi doğrusunu apaçık
bir şekilde söylemektedir Alkaya. Üstelik bu açık-sözlülüğü onun şiirinin
ilerleyişinin ve sürekli ben’den söz etmesinin de bir yoludur.
Orhan Alkaya şiirinin ben ile
sesi birleştiren, açık-sözlülüğün, itirafın önem kazandığı öğesiyse sahne
olarak karşımıza çıkar. Orhan Alkaya şiiri daima bir sahneden konuşur.
Anlatacağını sahneden anlatır. Böylelikle şiir coğrafyasını teatralleştirmekle
kalmaz aynı zamanda Edip Cansever’den sonra Türkçe şiirde sahneyi yeniden
konumlandırır. Bu kez Cansever’in şiirinde olduğu gibi sahne çeşitli
tragedyaların çeşitli karakterler arasında serimlendiği bir alan değil; çeşitli
ve içrek benlerin konuştuğu bir alan olarak, benler arasındaki alan olarak karşımıza
çıkar. Bu sahne şüphesiz ben’in sahnesidir ve ben söz aldıkça sahne kurulmakta,
sahnenin öte yanına evet belki okur geçmekte ancak okur hep çeşitli benler
arasında kalmaktadır: “Kendini seven,
nefret eden, gömen bir ben”.
Bu anlamda Orhan Alkaya’nın şiiri
tam da kendisinin isabetle söylediği gibi Kartezyen/ci bir şiirdir çünkü benler
iç içedir. Benler arasındaki mesafe, seslerin karşı karşıya, iç içe
konumlanışlarıyla ve dönüşümleriyle açılıp kapanır ve şiir bu açılıp kapanmanın
düğüm noktalarını, bir anlamda Orhan Alkaya şiirinin coğrafi koordinatlarını
bize verir.
Vicdan kelimesi de tüm bu
özelliklerin birbirine bağlanmasında rol oynar. Vicdan kavramı yukarıda
saydığımız tüm özelliklerle birliktedir. Sesin ünlenişinde, benin sahnelenişinde,
açık sözlülükte, çoğulluk-tekillik geriliminde ve şiirin çizdiği tüm
hareketlerde söz konusu vicdan etkir durumdadır.
Birinci olarak vicdan, daha ilk
kitabın adında görülmektedir: Parçalanmış Divan. Şair divanını parçalamış ve
savurmuştur. Soru daha burada başlamıştır: Neden şiir yazıyor ve neden onu
kamuya savuruyorum? Yanıt basittir: Bilmiyorum. (Azizem sizi de bilmeden yaşamamış mıydım?). Ama sorun bilmek
değildir, sorun soruyu sormaktır ve vicdan da tam burada karşımıza çıkmaktadır,
sorunun, soru sormanın kendisi olarak.
İkinci kitap a!etika, vicdan
ilkesinin daha da belirgin bir şekilde ortaya konduğu yerdir: “Ben beni ittim, bizdim”. Vicdan açık
olarak sadece suçluluk duymanın değil aynı zamanda kendini onaylamanın
vicdanıdır. Burada, çoğu usta şairde olduğu gibi, kendi arzusunun peşinde bir
soru çengeli gezinmektedir. Vicdan apaçık olarak kendini takip etmeye devam
etmekte ve kendini gezmekte, kendini serimlemektedir. Sahnenin, açık
sözlülüğün, kartezyenliğin somutlaştığı yer tam da burasıdır. Bu bakımdan,
a!etika belki de şairin en “fiyakalı” şiir kitabıdır. Fiyakalıdır çünkü vicdani
bir sorun olarak kendini sorgulamanın karşısında bu kez kendini savunmak olarak
ifade edebileceğimiz farklı bir güç ortaya çıkmıştır; daha doğrusu netleşmiştir.
Şair vicdanı gereği kendini sorgulamakta, vicdanı gereği kendini savunmaktadır.
Kendini itmekte ve çekmekte, tam da bu hareket arasında kendi olmaktadır. Tüm
bu hareket sahnede olmakta ve ses tüm bu hareketleri bize estetik bir aktarım
olarak iletmektedir. Şiir, ben, vicdan burada hemhâl olmaktadır. Ancak şair
buraya vardığında yapıyı belki de bozmakta, kendini yeniden başlatmakta ve
böylece ben değil de şair olmaktadır. Bu yüzden ben içindeki ikili savaşı
sürdürme ve nihayetinde onu yadsıma eğilimi sürekli güç kazanmaktadır.
Şairin diğer kitapları da bu iki
kitapta ortaya konan iki etik/vicdani ilkenin (kendini sorgulama ve kendini
savunma) çarpışma, uzlaşma ve tüm hareketlerinin çeşitli konular halindeki
izdüşümlerini sunar bize. Ancak ağırlık merkezi sürekli savunmadan gelirken,
kendini savunmaya dönük vicdani ilkenin gücü kuşkusuz kendini suçlamaya dönük
etik ilkenin güçlülüğünden gelmektedir. Ben ve sahne kurucu figürlerdir, vicdan
hareket ettirici etmendir, açık-sözlülük ya da Dostoyevski’nin itiraf geleneği
Kartezyen sortileri sağlamaktadır. Burada şair, kendini aşağılayarak ve kendini
yücelterek, yücelme ve alçalma hareketleriyle, dolayısıyla adalet ve eşitlik
talepleriyle hareket etmekte dolayısıyla şiiri de söz konusu vicdan nosyonuyla
tümüyle iç içe geçmektedir.
Bu bakımdan, bugünün genç
şairleri açısından Alkaya şiirinin önemi etik ve vicdani ilkenin şiddetli
çatışmasında kendini savunmanın kazandığı özgüllükle gücünü korumaktadır.
Tepkisellik, beni olumsuzlamak ve onun ötesine geçmeyi değil de onu yadsımaya
dönük beyhude çabadan ibarettir ve basitçe nihilizmle sonuçlanacaktır.
Alkaya’nın şiirinin bu sapaktan hiç etkilenmediğini söylemek mümkün değildir.
Ancak aksi yöne çıkış veren nadir şiirlerdendir ve onu Türkçe şiir içinde
reddedilemez yerinin sahibi yapan aslî özellik de budur.
[1]
Ergülen’in yazısı ve Alkaya’nın bu yazının kapsamıyla doğrudan örtüşen ene
şiiri için bkz. http://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/unlu-sair-tiyatrocu-orhan-alkayanin-siiri-i-917
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder