6 Mart 2020 Cuma

Orhan Alkaya şiiri üzerine bir deneme - Vicdanıyla nâm salan şairin şiiri için bir anahtar: Vicdan



“gösteren kimin gözleriydi gören hangimiz; ben mi, ben mi?”
Zan, a!etika
                                                                                                   “duymayı kim ister ama bu kara sözleri                                                                                                                          ey yüce vicdan! Ey aziz halk
İç mesel, parçalanmış divan
Orhan Alkaya ve şiiri üzerine bugüne değin pek çok yazı ve dosya okudum. Ancak şairin şiirini bütünlüklü olarak ele almaya olanak açan ve onu anlamak için çok merkezi bir rol oynayan bir kavramın, vicdan kavramının, belki Haydar Ergülen’in yazısındaki bir maddenin dışında[1], söz konusu yazılarda geçtiğini pek görmedim. Oysa şair, yalnızlık arayışı 2 şiirinde şöyle der: “vicdanımla nâm saldım”.
Orhan Alkaya şiirinde vicdanın nereye oturduğunu, ne tür bir kavşak olduğunu, hangi yolları hangi tarzlarla birbirine bağladığını görmek için o halde önce bu şiirin diğer temel sütunlarına göz atalım ve vicdan kavramına öyle dönelim.
Orhan Alkaya şiiri, birinci olarak, çok ilginç bir dönüşün şiiridir. Bu dönüş, Ahmet Haşim’e, Tevfik Fikret’e dönüş olarak anılabilir. Söz konusu dönüş ilginçtir çünkü Garip akımı ve hele hele de İkinci Yeni’den sonra Ahmet Haşim’e dönmek, sese dayalı bir şiir kurmak ve bu sesi de bir bağırma veya gürlükten çok belirli bir söyleyişle kurmak ilginçliğin birinci unsurudur. Burada bir tersine dönüş söz konusudur. Tersine dönüş, ilginç olduğu kadar cesurdur da.
Bu dönüşün ilginçliğinin bir diğer yanı da şudur: Ses, çağdaşlarının ve egemen şiir akımının genelinin aksine, kendi ben olmaklığıyla uğraşırken aynı zamanda ben demekte, beni yapı-sökümüne uğratır ve olmadığını söylerken dahi kendisini vurgulamakta ve onaylamaktadır. Ben’in tepkiselleştiği ve yasaklandığı bir şiir değildir bu,  burada ben gezilmekte, deneyimlenmekte ve aynı zamanda onaylanmaktadır. “Soyunda tanrılar olan”, “devlet kurup devlet yıkan”, bir atadan gelen, kent soylu bir bendir karşımızdaki. “Tüm gözler üzerinde”dir ve söz konusu ben bu bakışları küçümsemektedir: “küçük kinler ordusu”.
Orhan Alkaya şiirinde elbette ben tümüyle bundan ibaret değildir, ancak benin bir yanı da sürekli olarak bu onaylamadır ve şiiri görkemli kılan şey de bu anlamda ben’in görkemliliğidir. Yenilgiler Tarihi bunun çok iyi bir örneğidir. Burada ben karşımıza hem her şeyden yoksun olarak çıkar hem de açıkça Tanrı olduğunu ilan eder. Bir kent soylu olduğunu vurgular, bir Burgonyalıdır, ancak aynı zamanda hiçbir yerden gelmiştir. Hem komünisttir hem de komünistleri yalnızca partileri terk etmişken şairi terk eden boydan boya iklimdir. Bu unsur, tepkisel/reaktif şiir anlayışına dayananlar için daima rahatsız olunacak bir unsura işaret edecektir. Tepkisel şiir damarının açmazından böylece kurtulur Orhan Alkaya şiiri. Nedir, tepkisel bakış, ben’i, son kertede, saf olmadığı için reddeder. Oysa saf, kendinden ibaret bir benlik arayışı hem boşunadır hem de idealistçedir. Orhan Alkaya şiirinin düşmediği tuzak burada yatar ve bu tuzağa düşmemek, benin görünüşte bir yadsınmasına düşmeden onun ontolojik onaylanışını da beraberinde getirir.
Sahicilik, Orhan Alkaya şiirinin bir diğer yapı-taşıdır. Buna açık-sözlülük veya itiraf da diyebiliriz. Sürekli Ben’den söz eden ancak bunu hep açık sözlülükle, dürüstlükle yapan, kendisinin yoksunluklarını, çirkinliklerini itiraf eden bir şiirdir. Özellikle Tuz Günleri kitabında ve “ene” şiirinde bu yapı-taşının ne kadar önemli olduğunu çok net olarak görürüz. Üstelik bu açık sözlülüğü Orhan Alkaya’nın söyleşilerinde de görürüz. Şiir yazmak için bir neden gerektiğinden söz ederken de asıl meselenin şiir yazmak değil de eşit olmak olduğunu söylerken de kendi doğrusunu apaçık bir şekilde söylemektedir Alkaya. Üstelik bu açık-sözlülüğü onun şiirinin ilerleyişinin ve sürekli ben’den söz etmesinin de bir yoludur.
Orhan Alkaya şiirinin ben ile sesi birleştiren, açık-sözlülüğün, itirafın önem kazandığı öğesiyse sahne olarak karşımıza çıkar. Orhan Alkaya şiiri daima bir sahneden konuşur. Anlatacağını sahneden anlatır. Böylelikle şiir coğrafyasını teatralleştirmekle kalmaz aynı zamanda Edip Cansever’den sonra Türkçe şiirde sahneyi yeniden konumlandırır. Bu kez Cansever’in şiirinde olduğu gibi sahne çeşitli tragedyaların çeşitli karakterler arasında serimlendiği bir alan değil; çeşitli ve içrek benlerin konuştuğu bir alan olarak, benler arasındaki alan olarak karşımıza çıkar. Bu sahne şüphesiz ben’in sahnesidir ve ben söz aldıkça sahne kurulmakta, sahnenin öte yanına evet belki okur geçmekte ancak okur hep çeşitli benler arasında kalmaktadır: “Kendini seven, nefret eden, gömen bir ben”.
Bu anlamda Orhan Alkaya’nın şiiri tam da kendisinin isabetle söylediği gibi Kartezyen/ci bir şiirdir çünkü benler iç içedir. Benler arasındaki mesafe, seslerin karşı karşıya, iç içe konumlanışlarıyla ve dönüşümleriyle açılıp kapanır ve şiir bu açılıp kapanmanın düğüm noktalarını, bir anlamda Orhan Alkaya şiirinin coğrafi koordinatlarını bize verir.
Vicdan kelimesi de tüm bu özelliklerin birbirine bağlanmasında rol oynar. Vicdan kavramı yukarıda saydığımız tüm özelliklerle birliktedir. Sesin ünlenişinde, benin sahnelenişinde, açık sözlülükte, çoğulluk-tekillik geriliminde ve şiirin çizdiği tüm hareketlerde söz konusu vicdan etkir durumdadır.
Birinci olarak vicdan, daha ilk kitabın adında görülmektedir: Parçalanmış Divan. Şair divanını parçalamış ve savurmuştur. Soru daha burada başlamıştır: Neden şiir yazıyor ve neden onu kamuya savuruyorum? Yanıt basittir: Bilmiyorum. (Azizem sizi de bilmeden yaşamamış mıydım?). Ama sorun bilmek değildir, sorun soruyu sormaktır ve vicdan da tam burada karşımıza çıkmaktadır, sorunun, soru sormanın kendisi olarak.
İkinci kitap a!etika, vicdan ilkesinin daha da belirgin bir şekilde ortaya konduğu yerdir: “Ben beni ittim, bizdim”. Vicdan açık olarak sadece suçluluk duymanın değil aynı zamanda kendini onaylamanın vicdanıdır. Burada, çoğu usta şairde olduğu gibi, kendi arzusunun peşinde bir soru çengeli gezinmektedir. Vicdan apaçık olarak kendini takip etmeye devam etmekte ve kendini gezmekte, kendini serimlemektedir. Sahnenin, açık sözlülüğün, kartezyenliğin somutlaştığı yer tam da burasıdır. Bu bakımdan, a!etika belki de şairin en “fiyakalı” şiir kitabıdır. Fiyakalıdır çünkü vicdani bir sorun olarak kendini sorgulamanın karşısında bu kez kendini savunmak olarak ifade edebileceğimiz farklı bir güç ortaya çıkmıştır; daha doğrusu netleşmiştir. Şair vicdanı gereği kendini sorgulamakta, vicdanı gereği kendini savunmaktadır. Kendini itmekte ve çekmekte, tam da bu hareket arasında kendi olmaktadır. Tüm bu hareket sahnede olmakta ve ses tüm bu hareketleri bize estetik bir aktarım olarak iletmektedir. Şiir, ben, vicdan burada hemhâl olmaktadır. Ancak şair buraya vardığında yapıyı belki de bozmakta, kendini yeniden başlatmakta ve böylece ben değil de şair olmaktadır. Bu yüzden ben içindeki ikili savaşı sürdürme ve nihayetinde onu yadsıma eğilimi sürekli güç kazanmaktadır.
Şairin diğer kitapları da bu iki kitapta ortaya konan iki etik/vicdani ilkenin (kendini sorgulama ve kendini savunma) çarpışma, uzlaşma ve tüm hareketlerinin çeşitli konular halindeki izdüşümlerini sunar bize. Ancak ağırlık merkezi sürekli savunmadan gelirken, kendini savunmaya dönük vicdani ilkenin gücü kuşkusuz kendini suçlamaya dönük etik ilkenin güçlülüğünden gelmektedir. Ben ve sahne kurucu figürlerdir, vicdan hareket ettirici etmendir, açık-sözlülük ya da Dostoyevski’nin itiraf geleneği Kartezyen sortileri sağlamaktadır. Burada şair, kendini aşağılayarak ve kendini yücelterek, yücelme ve alçalma hareketleriyle, dolayısıyla adalet ve eşitlik talepleriyle hareket etmekte dolayısıyla şiiri de söz konusu vicdan nosyonuyla tümüyle iç içe geçmektedir.
Bu bakımdan, bugünün genç şairleri açısından Alkaya şiirinin önemi etik ve vicdani ilkenin şiddetli çatışmasında kendini savunmanın kazandığı özgüllükle gücünü korumaktadır. Tepkisellik, beni olumsuzlamak ve onun ötesine geçmeyi değil de onu yadsımaya dönük beyhude çabadan ibarettir ve basitçe nihilizmle sonuçlanacaktır. Alkaya’nın şiirinin bu sapaktan hiç etkilenmediğini söylemek mümkün değildir. Ancak aksi yöne çıkış veren nadir şiirlerdendir ve onu Türkçe şiir içinde reddedilemez yerinin sahibi yapan aslî özellik de budur.



[1] Ergülen’in yazısı ve Alkaya’nın bu yazının kapsamıyla doğrudan örtüşen ene şiiri için bkz. http://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/unlu-sair-tiyatrocu-orhan-alkayanin-siiri-i-917

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Suruç’a Ağıt

Temmuzun yirmisinde kabristanlar dipdiri genç ölülerin cesetleriyle dağlanmış bir ülkenin ovaları görmek konuşmak düşünmek söylemek yasa...