Ancak, Nietzsche’ye
göre Schiller, tragedyanın doğuşu açısından daha önemli bir tez ileri sürer.
Buna göre koronun varlığı, tragedyanın kendisini gerçek dünyadan tamamen
soyutlamak ve ideal zeminini ve şiirsel özgürlüğünü korumak için kendi
çevresine ördüğü canlı bir duvar olarak anlam bulur.2
Nietzsche, koronun
tragedya içindeki bu işlevi üzerinde önemle durur. Ona göre koronun tragedyaya
eklenmesi, sanattaki her türlü doğalcılığa açıkça ve dürüstçe savaş ilan
edilmesini sağlayan belirleyici bir adımdır ve Yunan satirler korosu,
başlangıçtaki tragedyanın üzerinde değişime uğradığı ideal bir zemindir.
“Yunanlı, koro için uydurmaca doğal durumun asma iskelesini kurmuş ve bunun
üzerine de uydurmaca doğal varlıklar yerleştirmiştir.”3
Nietzsche
burada, gerçek dünya ile tragedyanın Dionysosça dünyası arasında inşa edilen
ayrımın, hayati önemine dikkat çeker. İstenci yadsıma tehlikesi, Dionysosçu
insanın ya da Hamlet’in eyleme geçmenin değersizliği karşısında kendilerini
içinde buldukları bir durumdur. Burada Dionysosçu satir, sahnede yarattığı dünyayla bir kurtarıcı ve şifa dağıtımı
olarak ortaya çıkar.4 Sergilenen dramın arkasında, bir yaşama
bengi dönüş ilkesiyle, kendisini olumlar. O halde Nietzsche’ye göre tragedya,
hayati öneme sahip iki şey yapar: Birincisi, Dionysosçu gerçeklik dünyasıyla
gerçek – gündelik dünya arasında inşa ettiği farktır. İkincisiyse, şifa dağıtan
ve istenci tedavi etmeye dönük işlevidir ki tragedyada bengi dönüşü görünür
kılan da bu etmendir.
Nietzsche tragedyanın
ikili yapısından koronun ikili yapısına geçer. Birinci olarak koro, Dionysosçu
Satirle başlar. Bu anlamda Satir’in ruhu koronun ruhudur. Bu ruh Nietzsche’ye
göre Tanrısal acı ve sevinçlerle “büyülenmiş coşkulu esrik” bir ruh halidir.
Ama daha da önemlisi, ki bu da ikinci yanıdır, en azından trajik kahraman
“Dionysosçu insanların acıyla kırılmış” bakışlarına böyle görünmelidir.5 Dolayısıyla Nietzsche,
koronun bir yanıyla “büyülenmiş coşkulu esrik” olduğunu, bir yanıyla da onu
seyreden bakışların “acıyla kırılmış” olduğunu söyler. Esriklik hali, bir
kendini unutma üzerine kuruludur ve bu da gerçek dünyanın değersizliğinin
güçlendirdiği bir özlem hâlidir. Dionysosçu insan, bu anlamda Tanrıları bile
aşan bir özlemin insanıdır. Bu günlük yaşamın değersizliğiyle birleştiğinde
artık genel olarak istenç tehlike altındadır. Tragedyalar, devletlerin,
krallıkların, kişilerin, şeylerin değişim ve dönüşümü altında yaşamın bir bengi
dönüşünü ifade eder. Dramatik hikâyede ne anlatılırsa anlatılsın, oyunun sonunda
ve tamamında bir ilke, bir hakikat, bir değer ifade edilir ve bu, değer
yitimiyle karşı karşıya olan gündelik-gerçek dünya karşısında dayanma,
tahammül gücü verir. Dionysosçu ayine katılanların oluşturduğu esrik sürü de
bunlarla coşar, kendinden geçer ve gerçek dünyayı unutur. Burada tragedyalar,
tehdit altındaki istenci tedavi etmenin bir yolu olarak ortaya çıkar.
Burada koronun bir
diğer önemi, Dionysosçu etki altındaki seyirci ile Dionysosçu esrime arasında
bir sınır çizme durumudur. Nietzsche’ye göre Dionysosçu esrik, büyülenme
aracılığıyla, satir olarak Tanrı’ya bakar. Burada koro, yeni bir vizyonun drama
ile kurulduğu bir alana dönüşür ve tragedya oyununun bedeni haline gelir.
Dramatik kurgu, bireyin parçalanmasını ve ilk varlıkla bir olmasını serimler.
Nietzsche’ye göre, her ne kadar Apolloncu bir imgeler dünyasıyla boşalsa da
burada dile gelen izlekler, Dionysosçu etki taşır. Dionysosçu etki, tragedyanın
başlangıçta sadece koro olduğu, dramanın sonra eklendiği anlamına gelir. Ona
göre Dionysos, artık epik bir kahramanın diliyle, neredeyse Homeros’un diliyle
konuşmaktadır.6
O halde, Tragedya,
Nietzsche’ye göre, istemesini tehdit altında hisseden Helen için bir terapi ve
Dionysosçu coşkulu esrime kültürüyle gerçek dünyadan duyulan
tiksintiye karşı bir başlangıç/köken/değer özleminin belirdiği sanat eseridir.
Nietzsche’nin tarih anlatısından baktığımızda, nihilist bir işarettir.
Tragedya’nın artık doğmuş olduğu dünya da gerçek dünya değersizdir; toplum,
sürü, seyirci, artık içinde yaşadığı günlük dünyaya istek duy(a)mamakta; ancak
tragedyalar yoluyla geçmişe, başlangıca, kökene dair bir istek/özlem
duymaktadırlar. Bir diğer söyleyişle, Dionysosçu esrime artık gerçek dünyaya
değil, eski bir yasanın, bir kökenin, bir gerçeğin ortaya çıkışına yönelir.
Böylece Platoncu idealar dünyası ile şeyler dünyası ayrımı belirmeden çok önce
tragedya benzer bir ayrım oluşturmuş ve gerçek dünya ile sahne-oyun arasında
bir ikilik yaratmıştır. Platon düşüncesi ve onu izleyen Hıristiyan öğreti de
(veya genel olarak dinler) bu açıdan benzer bir terapi etkisi taşır;
kapsadıkları toplulukların acılarını azaltma, onlara acıları karşılığında bir
kurtuluş sunma amacı güderler. Ancak bu düşünceler gerçek dünyanın doğru bir
tarifine dayanmadıklarından tedavinin sonucu Nietzsche’ye göre hastanın daha
fazla hastalanması olacaktır.
Kader’den Kader’e Kader’in Kader’i
Anlatımızın burasında
tragedya kelimesi yerine “kader”i koyup üzerine düşündüğümüzde Kader’in temel
olarak dört anlamda kendini gösterdiği söylenebilir.
Birinci olarak kader
geçmişte yaşanmış acı olaylara insanın getirdiği bir açıklamadır. Çocuk ölmüş
veya dükkân iflas etmiştir; bu habis olaya “kader” aracılığıyla katlanılmış ve
böylece yaşamın devamı veya yaşanan tatsızlığa, ödenen kefarete rağmen ölmeme
tercihi galebe çalmış veya bir başka açıdan kader ölümü yenmiştir. Kader
mefhumuyla insan böylece acılara karşı yenilmez bir silah bulmuştur. Böylece
kader, tragedyayla ilk örtüşmesini kazanır – bir ıslah ve terapi biçimi.
İkinci olarak kader
gelecekte yaşanabilecek ve sonucu bilinmeyen olayları göze alma yeteneği olarak
karşımıza çıkar. Sonuç bilinmemekte ve insan karar verememektedir. Ne
olacağını ona kader gösterecektir. “Kaderimizde olan ne varsa” karşımıza
çıkacaktır. Böylelikle kader şüpheciliğe, bilinemezciliğe, akılcı bir şekilde
davranmanın imkânsızlığına karşı yazılmış bir süresiz reçete halini alır.
Kaderci insan bu anlamda, bilmeden yaşama özgürlüğüne sahip olmuştur. Bu da
kader düşüncesinin tragedya gibi esriklik ve kendinden geçme haline işaret
eder.
Üçüncü olarak kader
karşımıza bir kaçınılmazlık olarak çıkar. Buradaki kaçınılmazlık, acılara
karşı bir dayanma gücü ihtiyacından çok, gelecekte olanı beklemekten çok,
mutlaka gerçekleşecek olmasıyla kendi altını çizer. Kader, her şeyden güçlü
olan şeydir. Hayatın gizli düzeni ve düzenleyicisidir. Tanrı’nın bir anlamda
yazısı, herkese üleştirdiği şeydir. Gizi, sırrı bilinmezidir. Ya da bu sır, çok
özel kişiler tarafından ve genellikle ağır bir bedel karşılığı öğrenilir.
Genellikle çarpar ve mağdur eder. O kimsenin kendisinden sorumlu olmadığı bu
yüzden de ancak Tanrı’ya atfedilebilecek ve korkutucu olan bir şeydir. Belki de
bu anlamda insanın ilk korkusudur; insan şüphesiz kader kelimesini icat
ettiğinde kaderin kaçınılmaz olduğunu, bazı şeylerin kaçınılmaz olduğunu
deneyimlemişti. Bu yönüyle kader, kendini olumlama olarak tragedyayla
benzeşir. Kaderini sevmek veya amor fati düşüncesi tam burada karşılığını
bulur. Kaderini sev, çünkü o başka türlü olamazdı.
Dördüncü olaraksa kader
karşımıza nedensellik anlamıyla çıkar. Buradaki nedensellik, kader kavramı için
bir tür şemsiye işlevi görür. Hem bilinemeyen olayları aklileştirerek,
nedensellik sınırları içine sokarak hem de böylece kader düşüncesini
nedensellikle özdeşleştirerek insanın tüm bilinç-dışı korkularını ve buna bağlı
nedensellikten uzak hurafelerini kendi altında toplar hem de bir nedenselliğe
vurgu yaparak, bir köken ve tekrar kavramlarını konumlandırır. Kader, artık
nedensellik olarak görüldüğünde, nedenleri bilme çabası da artık kaderin
bilinç-dışı kalesini kuşatmış demektir.
Dolayısıyla kader
geçmişi açıklama, geleceği açıklama, zorunluluk ve nedensellik anlamlarıyla
birlikte alınır ve iki işlev gösterir: Birinci olarak kader topluluğun
istemini tedavi eder ve ona değersiz dünyada yaşama gücü verir; ikinci olarak
bilinmez şeylerden korkusu ile bilme istencinin gelişmesine dönük bir tür düşünsel
arka-plan sunar. Burada kader düşüncesinin de tıpkı kendisini birlikte ele
almaya çalıştığımız tragedya ve Dionysos gibi ikili ve çelişik bir karakter
taşıdığını vurgulamalıyız. Kader, örneğin, hem tanrılardan duyulan korkuyu hem
de onları sevmeyi mümkün kılar. Hem bilinmeyeni nedensellik şemsiyesi altında
düzenler hem de giderek bir tür mantık aparatına dönüşür. Örneğin kayısı
çekirdeğinin kaderi, kayısı ağacı olmaktır.
Dolayısıyla kader
düşüncesi, karşımıza bir oluş meselesi olarak çıkacaktır. Hem geçmişi, hem
geleceği kuşatan, hem bilinene hem de bilinmeyene sirayet eden bir şey olarak
kader her yerde karşımıza çıkacak ve genel olarak bir yasalılığa dikkat
çekecektir. Ama yasanın yasası nedir ki? Kaderin kaderi ne olabilir? Şüphesiz
burada daha çok mantık terimleri işleyecek ve kader ancak oluşla
açıklanabilecektir. Eğer kader varsa, eğer kader düşüncesi varsa ve insanlık
tarihinde uzun bir tarihe sahipse, bunun nedeni ancak oluşun özellikleri
nedeniyle bunun mümkün olmasıdır. O halde oluş ile kaderin arasında bir geçişlilik
baş gösterecek ve oluşun kaderi ile kaderin oluşu arasında bir denklem
belirecektir. Okuyanların hatırlayacağı gibi Kampfplatz’ın 7. sayısında yer
alan yazımda Victor Hugo’nun Notre dam’ın Kamburu romanında sorduğu
kader sorusuna yanıt aramaya çalışmış ve orada Hugo’nun kaderi bir tür oluş
mantığı şeklinde aldığını söylemiş ve bu mantığın da “küçük olan her şey büyük
olanı yener” ilkesiyle formüle edildiğini belirtmiştim. İşte bu Hugo için,
kaderin mantığıydı. Ancak bu aynı zamanda oluşun da mantığıydı. Dolayısıyla
kader oluşa hükmediyor ve şu sorun açığa çıkıyordu: Eğer kader oluşa
hükmediyorsa, kader nedir? O halde kaderin kaderi, yani kaderin yasası, bir
diğer deyişle, yasanın yasası nedir? Bir yasa nasıl vardır?
Kim bilir belki de
kader dediğimiz şey basitçe bir korkunun ürünüydü ve insanın korkuyla başa
çıkmasının bir yöntemiydi. Ama ilginç olan şey sadece Nietzsche’nin tragedyaya
atfettiği bu ıslah ve tedavi edici yönün kader için de geçerli olması değildir:
İlginç olan şey insanın kaderi bir tür bilinemezcilikle özdeşleştirirken sonra
onu bir tür nedenlerin nedeni statüsüne de koyabilmesidir. Burada kader tüm
küreyi kaplayan iki zıt yönlü bir hareket kazanır. Hem maddi hem metafizik,
hem iyi hem kötü, hem var hem yok, hem geçmişe hem de geleceğe dönük bir
harekettir söz konusu olan. Belki de insan yaşam denilen adada var oldu olalı
korkularından uzaklaşıyor ve korkularından uzaklaştıkça kader de yeni anlamlar
kazanıyor.
Ancak kaderin
nedensellik düzlemine oturması sorunu çözmek bir yana ona farklı bir boyut daha
katıyor ve nedenleri bilmenin insanın kaderini bilmesine yol açacağı
düşüncesine de dönüşüyor. Gerçekten de kim istemez ki kaderini bilmek? Veya kim
ister ki? Gerçekten de kaderimizi öğrendiğimiz anda kaderimiz de değişmiş
olmaz mı? Ve bu sonsuza kadar sürmez mi? Eğer kader diye bir nedensellik varsa,
bizim yaşayacağımız hemen her şey belirli bir genetik-toplumsal-psikolojik
ortamda üç aşağı beş yukarı belliyse yine de kaderimizi bilmeye, mümkünse onu
değiştirmeye çalışmaz mıyız?
Kaderle ilgili en
ilginç mesele tam da burasıdır. İnsan kaderinin peşine düşer, onu öğrenir ve
değiştirirse ne olur? Böylece özgürleşmek ve kaderine hükmetmek mümkün olmaz
mı? Böylece kendisine verili olanı yaşayan bir pasif, asalak yaşam biçimindense
onu aşmaya ve/veya değiştirmeye çalışan aktif bir çaba daha “şık” değil midir?
Ama diyecektir
yadsıyıcı, tam da kaderini aşma isteği, insana verili “neden”lerden biri
olmasın sakın? Tam da kaderini aşmaya, onu yenmeye çalışan kişi kaderin bir
uşağı olmasın? Sakın kadere en iyi direnişin yolu kaderi yenmek ve böylece
ondan kaçmak değil de ona boyun eğmek ve dolayısıyla onu sevmek olmasın?
Neticede tüm bu kaderi ve kendini yenme düşüncesi, bir tür saflık ve
dolayısıyla, bir tür Tanrısallık düşüncesi içermez mi?
Gerçekten de boyun eğişin
zafer getireceği düşüncesi insanlık tarihinde çok eski olsa gerektir. Özellikle
tüm dinlerin Tanrı karşısındaki boyun eğişinden sonra birisinin çıkıp bize
aktifliği kötülemesi, kadere boyun eğmeyi önermesi, kaderini sevmesini
söylemesi, hele de kader gibi metafizik bir konuda fazla şüphe çekici değil mi?
Kaderini sevmek ve öte
yandan ona hâkim olmak ve üzerinde yürümek – Nietzsche’nin bu ikili önerisi-
çözümsüz bir paradoksu çözmeye muktedir mi?
O halde ne yapmalıdır
insan kader söz konusu olduğunda? Teslim mi olmalı yoksa kaçmalı mı? Veya daha
genel tek bir soru soracak olursak kaderden kaçmak mümkün müdür?
Nietzsche’de Tragedya ve Homeros’ta
Kader
Nietzsche, ilginç bir
şekilde, Tragedya’da anlatılan dramın değil, Tragedya’yı biçimlendiren koşullar
üzerinde durur. Nietzsche için mesele, sanki Oidipus’un babasını öldürüp
annesiyle beraber olması veya kaderindeki diğer aşırı güçlükler ve bunun
neticesinde yaşadıkları değildir. Evet, ortada annesiyle beraber olma ve
babasını öldürme gibi suçlar vardır; ancak Nietzsche Oidipus’un Sfenks’in bilmecesini
çözmesine dikkat çekerek, burada dile gelenin Dionysosçu bilge – bilgelik,
ancak doğaya aykırı bir vahşetten doğar, Doğu’da dünyaya gelecek en büyük kâhinin
çok çirkin bir zinanın sonucu olduğuna inanılır- olduğuna dikkat çeker.
Nietzsche, Freud’un
aksine, Oidipus’un babasını öldürmesinin üzerinde fazla durmaz. Filozofun
önceliği, bunun yerine bir sanat eseri olarak tragedyaya esin kaynağı oluşturan
daha önsel güdü ve duygulara yönelmesinden hareketle, Kral Oidipus oyununda
kendi anne babasını öldürmüş bir Kral’ın kaderinden çok böylesi bir kaderi
oyunsallaştırarak kendilerine ruhsal bir şölen çeken esrik ve coşkun sürünün
ruh halidir. O halde asıl sorun da, Oidipus efsanesinde anlatılan hikâyenin Antik
Yunan toplumu için ruhsal olarak işaret ettiği şey olacaktır. Bu da efsanenin
Homeros’un İlyada ve Odysseia destanlarıyla ilişkisi içerisinde ele
alınmasının, olası bir ruhsal değişim ya da hareketi belirlemek açısından
önemine işaret eder.
Homeros’un İlyada’sında
iki tür gerilim ortaya konmuştur. Bu gerilim, birinci olarak Tanrıların
kendileri arasında ve bunun üzerinde Tanrılarla kahramanlar arasındadır.
Tanrılar sürekli şu ya da bu kahramanı destekler veya onlara zorluklar
çıkararak savaşın sonucuna tesir etmeye çalışır. İkinci gerilim ise Kral Agamemnon
ile Akhilleus ve Paris ile Hektor arasında örnekleri görülen kahramanlar arası
gerilimdir. Bu gerilim, savaşın neden olduğu korkunç yıkımlar ve ölen nice
“yiğitlere” duyulan yas duygusu ile birlikte anlatılır. Gerçekten de Homeros,
savaşı resmeder nesnellikte anlatan bir üslup benimsese de yasın yarattığı
değersizlik destan boyunca arka planda hissedilir. Akhilleus’un Odysseia’ya
Hades’te yaptığı itiraf, aslında tüm hikâyenin özetidir. Tanrı oğlu Akhilleus,
burada en değersiz yaşamın bile en değerli ölümden daha değerli olduğunu
söylemektedir. Bu anlamda, belki de tragedyanın kökeni sorununun labirenti İlyada’da
aranmalı7. Kaderin oyuncağı
olmaktan kaçamayan aşırı insan. Bu labirentten çıkmayı başaranın Odysseia
isminde, Tanrısal akıllı, denizler ortasında kayıp, evi, karısı ve çocuğu
tehdit altında olan bir Kral olması da tesadüf olmayacaktır. Aşırılık sorununa,
macera ve şölen ruhuna bulduğu çözüm Homeros’un, aklın üstün olduğu bir
krallıktır.
Aşırılık, Homeros
kahramanlarının tümü için geçerli olan, destanda göze çarpan bir unsurdur.
Kahramanlar çoğu kez aşırılıkta çocuktan farksızdırlar. Destan boyunca sürekli
ölen birileri için saçlarını başlarını yolarlar, üzerindeki elbiseleri parçalarlar.
Sürekli ve kolaylıkla ağlarlar. Aynı şekilde sevgi ve coşkularında da
hüzünlerinde de bu aşırılığı görebiliriz. Dolayısıyla Homeros’un kahramanları
tüm duyguları olanca güçleriyle yaşayan insanlardır ve bu kültürün zirvesi
Troya Savaşı ve özellikle Akhilleus ile Hektor’un dövüştüğü sahnede
alabildiğine yaşanır. Şair, gerçekten de düşmanlığı da, düşmanlığın içindeki
saygı sevgiyi de, vahşeti ve merhameti de olanca gücüyle anlatır. İlyada Akhilleus
ile Hektor arasındaki tarihsel kavganın destanıdır ve zaten destan burada,
zirvesinde biter. Troya Savaşı’nın sonunu ancak ikinci destanda ve o da özet
olarak öğreniriz.
Destanın tamamını,
bize, savaşın ve kahramanların sonunu da anlatan Odysseia’da buluruz.
İkinci destanda sahne, savaşın bitmiş olduğu ve Akhaların Troya’yı yıkıma
uğratmış olmasına rağmen, koyu bir yıkım duygusunun miras alındığı bir fon
üzerine kuruludur ve baş karakter, Odysseia’dır. Aslında Odysseia, İlyada’nın
kapanış duygusunu kendisine mesele edinmiş kişiyi temsil eder. Hektor ve Akhilleus
gibi kahramanların ölümünün yarattığı değersizlik hissi içinde Odysseia yurduna
dönmekten başka amacı ve çıkışı olmayan bir insan durumundadır. Yunan
kültürünün Troya gibi bir yıkımla sonuçlanmasının ardından, Kral Odysseia,
engin denizlerde yurduna dönüş mücadelesi vermektedir.
Genel olarak bakılacak
olursa, İlyada ve Odysseia destanları, bir savaşın destansı
anlatımı üzerinden, Antik Yunan kültürünün temel değerlerinin değersizleşmesine
ilişkin bir anlatı olarak ele alınabilir. Destanlarda Tanrısal olarak nitelendirilen
insanların yaşadığı zorluk ve felaketlere karşın, Tanrıların oyun ve çekişmeleri, Yunanlıların vefa, sadakat,
ülke ve krallıklarına bağlılıkları, savaşçılıkları sürekli aktarılırken, buna
karşılık metin boyunca bıkmadan anlatılan savaşın yıkım ve hasarları vardır.
Sözü edilen değerlerin hiç birisi, savaşın yıkımı karşısında bir değer
üretmediği gibi, ikinci destanda Odysseia karşımıza kaosu çözmenin yolu olarak
çıkar. Maceraya karşı eve dönüş, aşırılıkları dizginleyen akıl söz konusu
kaosun içinde kurulabilir olan tek değerdir.
Eğer Nietzsche’nin
tragedyanın istenci ve gerçek yaşamın değersizliğini tedavi etmeye dönük işlevi
konusunda yaptığı tespiti takip edecek olursak, bu gerilimin İlyada ve Odysseia’da
da olduğunu ve Homeros’un krizi, Tanrıların ve insanların tüm müdahalelerini
boşa çıkarabilecek olan akılla çözmesi toplumsal bir tedavi olarak da
okunabilir. Eğer bu okuma gerçekleştirilirse, o halde söylememiz gereken şey,
Homeros’un da aslında Sokrates’in habercisi olduğudur. Bu anlamda Homeros,
insanın kaderini sevmesi ve kaderine razı olmasını salık vermiş aksi takdirde
olacakların bir anlatısını sunmuştur: Tanrıların kaderinin elinde oyuncak
olmamak için kaderin Tanrısallığına sığınmak ve ona boyun eğmek. Boş ve
maliyeti ağır uğraşların peşinde heba olmaktansa, baba toprağına ve yurda, oradaki
eve, aileye ve geleceğe sahip çıkmak.
Akhilleus ile Odysseia Aynı
Bedende: Şiş Ayaklı Kral Oidipus
“Şiş ayaklı” ya da
“Ayakları Bağlı” Oidipus efsanesi de benzer bir hikâyenin anlatıldığı bir
tragedya olarak karşımıza çıkar. Ancak bu kez gerilim çok daha yüksektir. Öyle
ki aslında Oidipus, İlyada ve Odysseia’nın kahramanları Akhilleus
ve Odysseia’yı kendisinde buluşturmuş gibidir. İsminin şiş ayak anlamına
gelmesi, onu doğrudan tez ayaklı Akhilleus’la ilişkilendirir. Oidipus, ayakları
doğuştan kaderle bağlanmış birisidir ve kaderden kaçarak kaderin
gerçekleşmesine vesile olmuştur. Akhilleus ise çok farklı bir durum ve düzeyde,
kader üzerindeki etkisini göstermiş ve kaderin cilvesiyle topuğundan aldığı
okla can vermiştir. İkisi de kaderin belirlediği, ancak bunu bir
değersizleşmeyle yaşayan trajik karakterlerdir: Homeros’un, ölümünün ardından Odysseia’da
en değersiz yaşamın en değerli ölümden üstün olduğunu itiraf ettirdiği
Akhilleus’un8 değersizliği, hem
destanın başında ganimeti elinden haksızca alındığında hem de en kötü yaşamın
en iyi ölümden yeğ olduğunu itiraf ettiği an görülür. Oidipus’un yaşadığı
değersizleşme ise çok daha güçlüdür ve bizzat bu dünyada herkesin gözü önünde,
utanç verici şekilde gerçekleşir. Bu anlamda Sophokles, Homeros’un krizini
derinleştirir. Akhilleus’ta ortaya konan sorunda en değerli insanın dahi Antik
Yunan kültürünün yaratabileceği sonuçlar karşısındaki değersizliğine dair örtük
bir gönderme içerirken, Oidipus efsanesindeki değersizleşme zinciri, insanın
kaderinden kaçmasının imkânsızlığını açıkça vurgulayarak, aksine kaderden kaçma
çabasının tam da ka derin
gerçekleşme tarzı olduğunu gösterir. Kral Laios da oğlu Oidipus da kehanetlerden
kurtulmaya çalışmış, kehanetin gerçekleşmesini tam da bu kaçış ve kaderi aşma
çabası mümkün kılmıştır. Kral’ın babası ve annesine karşı işlediği suçlar,
hakikatin tüm çirkinliğiyle karşımıza çıkması Oidipus’un sonu olmuşsa da bu kez
de çocukları arasındaki iktidar kavgası, Antigone’yi krallıkla karşı karşıya
getiren gelenek/Tanrı sözü ile site yöneticisi Kral’ın sözü arasındaki çatışma
üzerinden kaderin kaçınılmazlığı vurgusu Sophokles’in temel mesajı olmuştur.
Öte yandan Oidipus’un
bilgeliğiyle çağrıştırdığı bir diğer karakter, Odysseia’dır. Tanrısal akıllı
Odysseia, tüm tuzakları çözecek ve çok iyi tuzaklar kuracak kadar akıllıdır.
Oidipus’un efsane olmasının nedeni de Sfenks’in sorduğu soruyu bilmesi ve
Thebai’yi kurtarmasıydı. İkisi de kraldır ve maharetleri akıllarıdır. Ancak
Odysseia Homeros’un destanlarında karşımıza sorun çözmenin ve sağ kalmanın
yolu olarak çıkarken, Oidipus’taysa aksine, bilgelik, bir tür mahvolmayla
sonuçlanır. Homeros’un Tanrıların oyunlarına karşı önerdiği akıl, Sophokles’te
çaresizdir. Dolayısıyla Kral Oidipus efsanesi, Homeros’un iki destanında
yaratıp çözdüğü krizi, derinleştirmiş ve hatta çözmeden bırakmıştır.
Dolayısıyla, tragedyanın istenci sağaltma işlevi noktasından bakacak olursak,
Homeros’un önerdiği akıl, Sophokles’in dünyasında krize girmiş ve Sokrates ve
Hıristiyanlık çağının ayak sesleri de güçlenmiştir. Denilebilir ki insan
toplumunun bu döneminde kader, yeniden korkutucu bir nitelik kazanmıştır. Efsane
hem basit hem de çok karmaşıktır. Basittir, zira, Tanrıların çizdiği kaderden
kaçabileceğine inanan, dolayısıyla Tanrı’ya gerektiği kadar inanmayan Oidipus,
bu kaderden kaçabilmek şöyle dursun tam da ondan kaçmaya çalışarak kendisine
yazılmış kaderin gerçekleşmesine vesile olmuştur: Tanrıların dediği olur. Ancak
aynı zamanda efsane girifttir çünkü kehanetler, İlyada ya da Odysseia’da
olduğundan çok daha önemli bir şekilde karşımıza çıkar. Birinci olarak, bu
efsanede kehanetlerin yanlış olabileceği görüşü, Homeros’ta hiç olmadığı sıklık
ve şüphelilikle karşımıza çıkar. Kahramanlar ve özellikle İokaste, kehanetlerin
geçersiz olduğu görüşünü oyunda açıklıkla dile getirir9.
Ancak oyunun tersine varma hareketi burada bir kez daha ortaya çıkar ve
kehanetlere dair şüphe dile geldiği anda, kehanetin doğruluğuna dair yeni bir
şüphe belirir. İokaste’nin kehanetlerin geçersizliğine dair anlattığı her
kanıt, Oidipus’un aklındaki şüphelerin, ki bu şüpheler de kehanet kaynaklıdır,
daha da güçlenmesine neden olacaktır. Yine de kehanetler bize gerçeği hiçbir
zaman açıkça söylememektedirler ve onların inanılmaz şeyler olduğu görüşü
açıkça dile getirilmeye devam eder. Örneğin Oidipus, Kreon’u kehanetleri
kasıtlı olarak düzenlemeye çalışmakla suçlar.10
Burada Oidipus’un hem annesi hem de eşi konumundaki İokaste
oldukça esrarlı bir tavır takınır. Bir
yandan kehanet geleneğine inançsızlık gösterir ancak öte yandan sanki gerçeği
biliyormuş ve ortaya çıkmasını istemiyormuş gibi davranır. Kadın sezgisel
olarak olayın üstünü kapatmaya çalışırken, Oidipus ise şüphesinin üzerine giderek
gerçeği öğrenmeye çalışmaktadır. Michel Foucault bu durumu daha sonra,
hakikatin ortaya çıkışındaki parçalılığa ve Homeros’ta hakikatin ortaya çıkması
için şahitliğin yeterli olduğuna dikkat çekerek oyunda meselenin Oidipus’un suçları
değil, iktidarını kaybetme meselesi olduğu şeklinde yorumlayacaktır.11 Burada
Freudyen yorumların, Oidipus’un baba katilliği meselesini öne çıkardığını söyleyebiliriz.
Ancak buradaki ana fikir daha çok, Tanrılara bağlılığını yitirmenin yol açacağı
en aşırı durumları tasvir etmektir. Kral Oidipus bu anlamda, Antik Yunan
toplumunun Tanrısızlıktan duydukları korkunun da tezahürüdür. Tanrılar, inanılır
olmaktan çıkmaya başlamıştır.
Dolayısıyla, Oidipus
efsanesini şekillendiren gerginliğin temeli, aynı zamanda, yine Homeros’ta
çözümsüz bırakılmış Kral konumundaki bireyle Tanrı arasındaki gerilimin
devamıdır ve Homeros’un önce serimleyip sonra akılla çözdüğü sorunu Sophokles,
çözümsüz bırakmanın ötesinde, değersizleşmeden elde edilen değere değil de
bizzat değersizleşmenin kendisini hakikat kılarak çözümsüz bırakmaktadır.
Sophokles’in olay örgüsünün sırrı, baba katilliği ya da anne aşkından çok,
kaderine boyun eğmek zorunda, kendisine çizilen kadere uymak zorunda oluşundadır.
Kader, düşüş, kaçınılmazdır ve dahası gereklidir de. Oyunun kapanışında koro,
bu gerçeği olanca yalınlığıyla açıklar. Çekilen onca acı ve değersizleşmenin
ardından, oyunda bir şey tekrarlanır ve güçlenir: Kader, hakikat, adaletin
yerini bulması, doğrunun ortaya çıkması, böylece kutlanan, kutsanan bir
gerçeğin, asıl ilkenin bir ortaya çıkışı görülür. Bu da, Nietzsche’nin Dionysosçu,
esrik ve coşkun, büyülü ayin anıdır: Burada yaşam onaylanır. Ancak bu
onaylama, giderek bir düşüşe dönüşmektedir. Bunu özellikle Antigone efsanesinde
görürüz. Antigone tragedyasında, başkahraman bir kadındır ve tıpkı annesi
gibi, hakikatin değeri sorunuyla karşımıza çıkar. Annesi İoakeste, bilinçli
olmadan da olsa hakikatin ortaya çıkmaması yönünde çaba göstermiş, Oidipus’u
gerçeği öğrenmeye çalışmaktan alıkoymaya çalışmış ancak; gerçeğin ortaya
çıkması karşısında intihar etmiştir. Antigone ise iki tür hakikatle karşı
karşıyadır. Birincisi, Kral Kreon’un koyduğu Polyneikes’in gömülmeme
cezasıdır. Ülkesine ihanet edenlere verilen bu ceza, Antigone’de karşı konulmaz
bir karşı çıkma arzusu yaratmıştır. Burada Antigone, ağabeyinin cesedinin
gömülme hakkını geleneğe ve Tanrılara atıfla açıklasa da, savunusu ağabeyini
savunmanın ötesinde bir başka hakikati, Tanrısal hakikati savunma tavrıdır ve bunun için hakikate uygun davranma
karşılığı canını vermekten çekinmeyecektir. Burada iki tür hakikat karşısında
bir tezat kurulur. Bir yandan Antigone Tanrılara ve aslında kadere sahip
çıkarken, bireyi temsil eden Kral Kreon’un kanunuysa onun için reddedilmesi
gereken bir hakikati temsil eder.
Dolayısıyla Oidipus
efsanesinde ortaya çıkan hakikatle birlikte, Antigone’de yeni bir hakikat daha
ortaya çıkar. İlkinde Sophokles, Homeros’un çözümünü aşan düzeyde bir hakikat
hikâyesi anlatarak, aklı aşan Tanrısal bulmacalar elinde insanın değersizliğini
sabitlemiştir: Tanrıların buyruklarına hizmet ve oyuncaklık etmek. İşte
Antigone, tam bu eşikte ortaya çıkar ve dramanın arkasında, Nietzscheci
anlamda başlangıç özlemiyle Dionysosçu ayin, Homeros’un karaya çıkma seferinde
uğradığı kesintiden sonra, bengi yaşama ulaşır. Antigone’nin trajik ölümü,
görünen dünyanın arkasında cereyan eden daha kati yaşamı bir kez daha onaylar.
Kader savunulur.
Tez Ayaklı Akhilleus
ile Şiş Ayaklı Oidipus arasındaki ilişki, bu destan ve tragedya üzerinden,
aslında Antik-Yunan toplumunun yarattığı ve Hıristiyanlık’ın cevap olduğu bir
soruyu sormanın anlatılarıdır. Yazılışları arasındaki üç- dört yüz yıllık fark,
bir evrimin çizgisi gibidir. Troya savaşlarının yaşandığı 12. Yüzyılla, İlyada
ve Odessa’nın yazımı arasında geçen dört yüzyıllık sürenin ardından
Homeros’un sorunu, Tanrılar ve yazgı karşısında insanın aklıyla
evini/krallığını bulması şeklinde formüle edilmiş, hem Sophokles hem de
Sokrates, bu birey merkezli çözümün Tanrılar ve hakikat için teşkil ettiği
tehdidi, ondan dört – beş yüzyıl sonra, ifşa etmeye çalışmıştır.
O halde Nietzsche’nin
Dionysos’u, aslında yok olurken, kendisini onaylayan bir değer yaratma ve değer
yıkımını birlikte taşıyan ikili karakterdir. Onun sırrı, yok olurken kendini
onaylayan bir tavra sahip oluşundadır. Oidipus’un kendisini kör etmesi ve
İoakaste ve Antigone’nin intiharları, hakikatin anlam bulmasına hizmet eder.
Onlar Tanrıların acısına ortak olur. Ancak burada, Dionysos’un ikili karakteri
çelişir. O bir yandan yaşamı onaylarken, bir yandan da çarmıha gerilmektedir,
yani çileci bir nitelik kazanmaktadır.
Sonuç Yerine
Kader ve Tragedya arasındaki bu çoklu ve hareketli oyunun her
birinin tek bir sahada, “oluş” içinde olması Bir-Çok arasındaki dönüşümün
uğrağına götürüyor bizi. Burada da karşımıza Nietzsche’nin Tragedya’nın
Doğuşu’nu, belki de düşünürün Parmenidesler tefrikasına bir yanıt olarak
okuma ihtimali çıkıyor. Kendi kuyruğunu yakalamaya çalışan bir yılanın kim
bilir “kaçıncı kopya” sureti olan birisi –ama hangisi- ile diğeri arasındaki
simetrik ve takipkâr ilişki, şu ilk cep telefonu oyunlarından “snake”de olduğu
gibi, aralarında hiç kapanmayan “bir diş açıklık”, kader mi tragedyadan
tragedya mı kaderden doğdu sorusuna yanıt bulabilmek için belki de içinde
kaybolduğumuz bir labirentin dışına çıkmak ve tavuk mu yumurtadan yumurta mı
tavuktan çıkar sorusuna tavukla yumurta arasındaki geçişkenliğe, yani kabuğa
odaklanarak yanıt vermek gerekiyor: elbette ki tavuk, yumurtadan, canlı olan
cansız olandan.
İnsan, belki de türsel
bilinç-dışını kuşatan korkudan ancak bunları söyleyebilecek kadar azade. Bu
kaderin, insanın bilinç-dışında duyduğu korkuya kader adını verdiği ve temel
korkusunun kader korkusu olduğu temel çabasının da kadere karşı gelmek olduğu
anlamına gelecektir. Burada Freud’un “kader, babadır” yorumuna karşı biz de
“baba, kaderdir” cümlesini ekliyoruz; baba diye bir şey varsa o ancak kaderin
kendisini gösterme biçimi (üstelik bu biçimlerden sadece birisi) olabilir çünkü
aşılmaya çalışılan şey baba değil, kaderin kendisidir ve eğer insanda bir
Oidipus kompleksi aramak gerekirse, bunun babaya karşı gelme değil, kadere
karşı gelme konusunda aranması gerektiği anlamına gelir. Yine Dostoyevski’nin
1870’li yıllarda Ruslara kurtuluşu için “gururlarından” yani kaderlerinden
kurtulmalarını tavsiye etmesi de bir diğer örnek olarak anılabilir.
Belki de insan yalnızca
kaderinden korkar – çünkü hayatta ilk öğrendiğimiz şey ölümü kader olarak kabul
etmemiz gerektiğidir. Burası insanın korktuğu ilk yerdir. Ve giderek insanın
korkusu biçim değiştirir insan, artık ölümünden değil kaderinden (nasıl
öleceğinden) korkmaktadır. Boşluk korkusu, belki de bu yukarıda dört yönüyle
incelediğimiz kaderden (ıslah, unutma, olumlama, nedensellik) duyulan korkudur.
O halde soru şudur:
Bugünün insan toplumu, bu korkuyu aşma serüveninin neresindedir?
1
Friedrich
Nietzsche, Tragedya’nın Doğuşu, çev. M. Tüzel,İstanbul: Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, 2010, s. 46.
2
a.g.e., s. 47.
3
a.g.e., s. 47.
4
a.g.e., s. 49.
5
a.g.e., s. 54.
6
a.g.e., s. 56.
7
Geliştirmeye
denediğimiz bu Homeros okuması, Nietzsche’nin Tragedya’nın Doğuşu’nda (s. 65.)
Homeros’u Olymposçu kültürün şiiri olmakla nitelemesiyle çelişmektedir. Eğer
okumamız doğruysa, Nietzsche kendisinden beklenmeyecek bir şekilde
Homeros’taki rahibi tanımamış olmalıdır. Kör rahip, şüphesiz ki hınç
insanlarına dâhil olmalıdır; belki de hınç insanın, nihilizmin ilk kültür devlerinden
birisi Homeros’tur. Bu anlamda Platon, Homeros’u tanrılar hakkında yanlış
konuşmakla suçlarken haklıdır. Homeros, Tanrıların yüzüne karşı hoş konuşan ama
aşağıda, “ezilenler” ve Tanrıların mağdur ettikleri arasında onlar hakkında
şüphe yaratacak nitelikte şeyler anlatan bir çift-işlevli-ağız’dır.
8
Homeros,
Odysseia, çev. A. Erhat ve A. Kadir, İstanbul: Can Yayınları, 2012, XI. Bölüm
467, s. 209.
9
Sophokles, Kral
Oidipus, çev. B. Tuncel, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013,
s. 27.
10 a.g.e., s. 22.
11 Michel Foucault, Büyük
Kapatılma, çev. I. Ergüden ve F. Keskin, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2000, s.
212.
Not: Bu yazı daha önce Kampflatz dergisinin 10. sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder