6 Mart 2020 Cuma

İnanç Avadit şiiri üzerine bir değerlendirme - Güncel ile Geleneğin Arasında Canavar’ın Kalbini Sökmek




Birinci Deneme – Kavga Alanı Olarak Şiir

1.      Kant’ın “Bu sonu gelmez tartışmaların savaş alanına metafizik denir”[1] sözünü şiire rahatlıkla uyarlayabiliriz: Şiir, sonu gelmez tartışmaların savaş ve kavga alanı olageldi. Peki, neyin savaşı? Bir yanda gelenek vardır, bu gelenek iki yönlüdür: ilk olarak kalıplar, vezinler, biçimler vardır. İkinci olaraksa bunları kullanarak eser üreten şairler vardır. İstediğiniz kadar özgün bir şair olun, şiire başladığınız yer muhakkak bir başka şairin, şiirin, biçimin içi olmak zorundadır. Geleneğin dışında, kavganın öte yanında ise güncel olan bulunmaktadır. Bu şairin, bulduğu şiir geleneğiyle ne yapacağının, ondan nasıl kopacağının, onu ne yöne iteceğinin veya çekeceğinin meselesine işaret eder. Dolayısıyla gelenek ve güncel olan, şiirdeki kavganın iki ucunu oluşturur.
2.      Gelenek eskil olanı temsil eder, o şimdiye kadar yapılmış olanın toplamıdır. Vezinle başlar. Örneğin Aruz veznini ele alalım. Evrensel kalıplar, yazılan şiirin sınırlarını belirler. Evet, içeriği belirlemekte şair özgürdür ancak kullanmak zorunda olduğu kalıplar içerik üzerinde basınç oluşturur. Örneğin Süleyman Efendi’nin nasırını aruz vezniyle ifade edemezsiniz. Burada vezin, ya da genel olarak gelenek, şiirin özü olarak karşımıza çıkar. Üstelik bu şiirin özünü ifade eden kalıplar aruz vezniyle sınırlı değildir; kaside, mersiye vb. türlerinin yanı sıra sone, şarkı gibi başka kalıplar da mevcuttur; halk şiirinde dahi kalıplar vardır. Tüm bu alanlarda şairin kullanması gereken kalıplar hazırdır, şiir bu kalıplara içerik yüklemektir. Şiirin özü, söz konusu kalıplardır.
3.      Kavganın diğer ayağını güncellik oluşturur. Şair burada geleneği karşısına almak zorunda hisseder kendini. Onun kalıplarla işi yoktur, Türkçe şiirde Orhan Veli ve Nâzım Hikmet başta olmak üzere şairin temel görevi burada kalıpları parçalamak, yeni olanı şiire taşımaktır. Burada karşımıza “ben” çıkar, artık şair ben demekte, benin şiirini, daha doğrusu kendi şiirini yazmaktadır. Kalıplar ve onların aşılması, Nietzsche’nin Tragedya’nın Doğuşu’nda bahsettiği Apollon/Dionysos ikiliği ve karşıtlığı olarak karşımıza çıkar. Apollon yontuculuğun tanrısı olarak kalıpları temsil eder, Dionysos ise akışı ve kalıpların aşılmasını temsil eder. Her sanat eserinde bu iki güç de bulunur ve birbirleriyle mücadele hâlindedirler. Ancak birisi diğeri karşısında mutlak şekilde galebe çalmaz, ikisi birlikte var olur.
4.      Dolayısıyla ilk kavga geleneğin dışarıda bıraktıkları ile güncel olanın içeriye aldıkları arasındadır. Gelenek olan bir dışlama, güncel olansa bir içerme hareketi gösterirler.
5.      Tam burada şiirin bir özü var mıdır sorunu ortaya çıkar. Geleneğe göre şiirin bir özü vardır ve bu öz geleneğin kendisidir. Örneğin Aruz veznine uygun yazmıyorsanız, şiiriniz bir şiir olarak kabul edilmez. Güncel olansa şiirin bir özü olduğuna ilk bakışta karşı çıkar. Ona göre şiir yaptığınız şeydir. Ancak güncel olan burada bir açmaza yakalanır. Şiire bir şeyler “sokmak”, onu değiştirmek peşinde olan güncel yaklaşım, böylece şiirle kendisi arasındaki mesafeye dikkat çeker. Güncel olanı şiire sokarak, sokulan bir yer olarak şiirin özü diye bir şeyi kerhen kabul eder. Şiirin özünü reddetmek yerine, o öz üzerinde oynayarak kendini var eder.
6.      Güncel olanla geleneğin bir kavgası olarak Nâzım Hikmet ile Ece Ayhan’ı ele alalım: Nazım ile Ece'nin şiirinin ilginç bir diyalektiği vardır. Nazım'ın şiiri, bir bütün olarak, bir teknikler çokluğu taşır. Şiirle resim yapar, mektup yazar, kahvede gibi konuşur, roman yazar, sone yazar, koşuk yazar, yazar ha yazar. Ancak biçimsel olarak ne yazarsa yazsın, içeride hep "ben"i yazar. Yani kendi hayatını ve kendini. Öyle temelde ya da derinde de değil yüzeyde ve çıplak olarak. "Ben, Türk şairi, komünist Nâzım Hikmet Ben", örnekler sayısızca çoğaltılabilir. Ece'deyse durum tam tersidir. Ece'nin şiirinde olmayan tek şeydir "ben". Orospular, oğlan çocukları, deliler, azınlıklar vs. çoktur ancak "ben" ancak bir takı eki olarak, bir "m" olarak veya çok görüngüsel düzeyde vardır. Hatta açıkça ben demesi gereken yerde "biz" der. "Onlar vurdu biz büyüdük". Kimdir biz, belli değildir. Ancak bu kez biçim karşımıza çıkar. Bozma edimini, bir tür yapı-sökümünü kullanarak biçimi bozar ama tek bir teknik ile yazar. Şiirinin kendisinde demediği beni biçime taşır; şiirini kendisi yapar. Ancak böylelikle çok eleştirdiği modern tavra da yakalanır. İlginç olan şudur ki, sosyalist/komünist şair şiirinde "ben" merkezli ve teknikte çoğulken, anarşist şair şiirinde "bensizlik" merkezli ve teknikte tekçidir. Elbette bu, meselenin bu şairlerin dünya görüşü olmadığını gösterir çünkü öyle olsaydı tersi olması gerekirdi. O hâlde mesele nedir? Bu çelişik ve ilginç görüntünün nedeni nedir ve bu soruya vereceğimiz cevap Türk Şiir Tarihi'ni bugün ne ölçüde değiştirir ya da ortaya çıkarır? Gerçekten, hâlâ ortaya çıkmamış olan bir Türkçe şiir tarihi olabilir mi: ben diyebilme psikolojik gücünün, bir diğer deyişle, değerlerin evrimi ve tarihi? (Bu düşünceler iki şairin hangisinin daha "iyi" olduğu falan gibi bir kıyas niyetiyle ele alınmasa iyi olur, uyarısında bulunmak isterim). Şu denilebilir: Neden iki şair ele alıyoruz sadece: Aslında sadece iki şair ele almıyoruz bence, sadece bir düğüm noktasını ele alıyoruz. Elbette öncesi ve sonrası ve diğer yatay düğüm noktaları var ve bu nedenle de zaten bir şiir değil, tam da iki şairin de sevdiği gibi, bir tarih sorusu hakkında konuşuyoruz. Platon'un felsefeyi iki devin savaşı (Parmenides ve Herakleitos)[2] tanımlaması gibi biz de modern Türk şiirini bu iki devin savaşı olarak tanımlayabilir miyiz?
7.      Buraya kadar söylediklerimizi özetleyecek olursak, şiirdeki kavga iki uç arasında cereyan eder. Bir yanda gelenek ve özcü bir şiir anlayışı vardır, şiirin özü olarak form, ölçü, vezin, kafiye hazırdır ve üretilmeyi bekler; ancak birey/şair bu biçimleri içeriklendirmedikçe gerçekleşemez. Diğer yanda yeni ve bireysel olan vardır. Şiirin özüne karşı çıkar ancak bu karşı çıkışı onu kabullenerek yapar. Daha doğrusu bu karşı çıkış, söz konuşu özü[3] onaylar. Şiire bir şeyler sokmak, şiirden alınan mesafe anlamına gelir. Burada yeni ölçüt, en azından başlangıçta, Orhan Veli’nin deyişiyle edadır.
8.      O hâlde elimizde şu vardır: gelenek olarak şiir ile güncel dil ve hayat üzerinden şiir. Bir yandan gelenek var edilirken bir yandan da güncel olan daima şiire sokulmaya çalışılır. Burada dönemleştirmeye gitmek sığ kalmamız anlamına gelir. Yani şiiri kuşak kuşak düşünmek bizi yanıltacaktır. Örneğin 2010’lar şiiri diye bir şeyden bahsetmek yanıltıcıdır. Çünkü 2010’larda yazılan şiir, daha önceden de yazılmıştır. Öte yandan daha önce yazılan şiirler de 2010’larda yazılmaya devam etmektedir. Burada sorun, hangi konjonktürün diğerleri karşısında galebe çaldığıdır ki bu da dönemsel ve geçicidir, en azından riske açıktır. Bunun yerine şiiri bir coğrafya olarak düşünmek gerekir. Burada gelenekçi şiir, güncel şiir iki uç olarak kabul edilirse yazılan tüm şiirler bu iki uç arasında dağılmış bir coğrafi haritayı oluştururlar. Çünkü şair, hareket noktası ne olursa olsun, daima bu iki uç arasındaki alanı sürekli bir sentezlemeye tabi tutmak durumundadır. Ece Ayhan’ın etikçiliği ve şiirinin kendi kendine kavga etmesi (Mor Külhani) bu durumu en iyi ifade eden tavırlardan birisidir. Ece Ayhan’da şair kendisiyle kavgalıdır, bu yüzden ben’i terk etmiştir. O artık birilerinin, hikâyesi anlatılanların şiiridir; tam da böyle olduğu için şiirden çıkmıştır, bir tarih anlatısına dönüşmüştür. Şairinin şairlikten çıkmasıyla, şiirin şiirden çıkması birbirini izler. Dolayısıyla her şair, geniş bir coğrafi alanı gezer gibidir, bütün işiyse o alanda bulduklarını sentezleyerek kendi özel/ada coğrafya/lar/ını oluşturmasıdır. İnşa edilmiş (tek) bir şiir tarzı, tekniği karşısında bir coğrafya nedir sorusu gelir burada akla. Bir coğrafya, sınırdır, sınırlar arasılıktır, gölü, denizi, vadisi, dağı, ovası, uçurumu olan bir şeydir. Dolayısıyla gezginlik yani şairlik de bu akışkan alanların şiirde içerilme hareketidir. Dolayısıyla tekil değil çoğul bir şiirden bahsetmek gerekir. Şair tam da sınırlarda gezinmektedir.
9.      Şairin sınırlarda gezinmesinin bir anlamı da ben mefhumuyla ilgilidir. Modern dönemde ben evrensel bir özne ve dayanak konumundayken eleştirel düşünce onun bu konumunu sorgulamış ve özneyi yerinden etmiştir. Ona göre özne bir fail değil, bir deneyimsellikler alanı, çoğul personaların belirli iktidar prosedürleriyle belirlenen bir toplanma alanıdır. Bu personaların her birisi farklı tekilliklere tekabül ederken şairin tek bir biçim üretmesini de engeller veya zorlar. Söz konusu olan artık üsluplar çoğulluğudur. Çünkü şiir, en azından güncel olan, bir ben üzerinden konuşmaya girişmiş ve geleneksel şiiri bu benlik duygusuyla aşmıştır. Ama sonra kendisi de sürdürülemez bir konuma düşmüş ve onun yerini bir tür bensizleşme almıştır. Şiiri belirleyen temel öğelerden birisi böylece ben deyip diyememe gücü/tavrı olmuştur. Güncel sanat da benin kurulmasından çok sökülmesine odaklanmıştır ancak bu sanatın kendisinin tepkisel bir alana hapsedilmesi anlamına gelmiştir, ben diyememek aktif bir yaratıcı tavırdan çok giderek dekadansın bir özelliği olagelmiştir. Dolayısıyla gezgin şair tavrı, ben diyemeyen bir nihilist tutumdan, farklı benlikleri deneyimleyebildiği bir coğrafya anlayışına geçişi beraberinde getirmiştir.
10.  Gelenekçi şiir ile güncel şiir arasındaki karşıtlığın bir diğer göstergesi de şiirin neden yazıldığıyla ilgilidir. Yani, örneğin, akademik bir makale yazmak varken, roman, öykü, senaryo yazmak varken, düzyazı, mektup yazmak veya doğrudan yüz yüze konuşmak varken, neden şiir? Şairin derdini şiirle anlatmasının nedeni nedir? Bu soru aslında hem gelenekçi hem de yenilikçi şiire yöneltilebilir nihilist bir sorudur: Neden şiir yazayım? Örneğin birisine aşkımı doğrudan ilan etmek yerine neden onu şiire dökeyim? Bu konu aslında şiirin tuhaflığı meselesiyle ilgilidir. Şiir başlangıcı itibariyle tuhaftır. Çünkü anlatılanın doğrudan anlatılması yerine kinaye, ironi, vezin vb. özel bir takım kurallara göre şekillenir. Bu tuhaftır ve tümüyle şairinin kurup dayattığı bir dünyadır. Ancak bu tuhaflık sadece biçimsellikle sınırlı kalmaz. İkinci bir tuhaflık daha ortaya çıkar ve şiirin ortasına yerleşir. İlk tuhaflık gelenekçi şiiri de kapsarken ikinci tuhaflık yenilikçi şiirin icadıdır, yenilikçi şiir “asıl şiir” diye bir şeye ulaşır ve kendi minör özcülüğünü açık eder; artık onun da bir şiir tanımı vardır. Böylece şiir artık kendisine epik ya da soylu duygu ve düşünceleri rehber almamakla kalmaz bir de hayatın içine girerek oradaki tuhaflıkları, gariplikleri de kapsamaya başlar. Süleyman efendinin nasırı bunun eşsiz bir örneğidir. İkinci Yeni’nin ikinci olmasındaki anlam da onun da tuhaflıkları kendisine rehber edinmesi olsa gerektir. Dolayısıyla şiir, iki kere tuhaftır. Bu tuhaflıklar çifti, şiirin neden yazıldığı sorusunun etrafında dolanma şansını doğurur: Şiir yazıyorum, çünkü canım öyle istiyor! Gelenekçi şair için akla gelmesi bile utanç verici olacak bu cevap, yenilikçi şair için hiçbir sorun teşkil etmez. Şiir zaten tuhaftır. Ancak bu tutum, “neden şiir yazıyorum?” sorusunu tümüyle cevaplamayı da başaramaz. Mademki şiiri bozuyorum, mademki onu şiir olmaktan çıkarıyorum o hâlde neden şiir yazıyorum? Bu soru, gelenekçi şiir ile yenilikçi şiir arasındaki sınırın kendisi olarak tanımlanabilir. Eğer bir şeyi şiirle anlatıyorsam, örneğin, “anne seni çok özledim” demek yerine “öyle bekledim ki seni çiçeklerim üşüdü” demeyi tercih ediyorsam bu düpedüz varoluş biçimi olarak şairliği seçtiğime, ya daha radikal olarak şairliğin beni seçtiğine, işaret eder. Ancak şair, gelenekçi şiirle birlikte ortadan kalkmıştır. Kanıt: Şairane olan gelenekle birlikte ortadan kalkmıştır. Yukarıda Ece Ayhan’ın etikçiliğinden söz etmiştik. O hâlde yenilikçi şiir ikinci kez (ilki şiire güncel olanı “sokarak” onun bir özü olduğunu onaylamaktı) gelenekçi şiir karşısında yara almıştır: madem şair de gelenekçi şiirle birlikte ortadan kalktıysa, şiir yazan kişi kimdir ve ne istemektedir? Eğer şair değilse neden şiir yazmakta, yok eğer şairse neden düpedüz şiir yazmamakta ve şiiri eğip bükmekte, onu başka bir şeylere dönüştürmektedir?
11.  Vurgulamamız gereken bir diğer şey de güncel şiirin yeniye ve şimdiye olan sıkı bağlılığıdır. Buradaki açmaz aslında daha çok post-modernizmin bir açmazıdır. Çünkü modern dönemin sonrasını işaret eden bir tutumu olmasına rağmen post-modernizm bir köksüzlük iması olarak şimdiyi yüceltir, güncel olanı vurgular. Eski olan a priori olarak değersizdir. Onu sürekli olarak güncellemek, yenilemek gerekir. Bu tutumu tümüyle haksız görmediğimi belirtmek isterim ancak şu noktaya dikkat çekerek: Bu tam da modernizmin tavrıdır. Michel Foucault “Aydınlanma Nedir?” makalesinde bu tavrı mercek altına alır ve güncelliğin, şimdinin bir ontolojisinin yapılması gerektiğini savunur. Ona göre şimdiye yapılan vurgu ve hatta “şimdinin kahramanlaştırılması” modernizmin tavrıdır ve böylelikle “güncel” şiir ve sanat üçüncü bir yara daha alır: o tam da terk etmeye çalıştığı sınırları yeniden ve yeniden üretir.[4] Oysa sorulması gereken soru, güncellik adı altında yapılan şeyin ne olduğudur. Üstelik güncellik denilen şey sanatın en eski meselelerinden birisidir, ancak şimdinin ne olduğu belirsizdir. Kimin şimdisi, hangi şimdi, içinde olduğumuz zamanın tek bir şimdisi mi vardır, yoksa tümüyle iç içe geçmiş tarihsellikler mi dile gelmektedir?
12.  Burada söylenebilecek son bir şey var: Günümüzde, çağdaş sanatın gelişiminin de gösterdiği gibi, türler arasılık diye bir şey çıktı ve şiir de bu dönüşümden payını aldı. Yukarıda söylediğiniz/saydığınız her şey değişti ve dönüştü. Dahası şiirin malzemesi olan günün insanı değişip dönüştü. Şahsen, bu iddia karşısında ilkesel bir itirazım olmamakla birlikte şu soruyu sormak isterim: bunun bir dönüşüm mü yoksa bir çöküş mü olduğuna, günümüzde, şu an, nasıl karar vereceğiz? Gelenekten kopmak modernist bir tutumken, bugün yenilikçilik post-modern bir tutum olabilir mi yoksa kaçındığı modern geleneğin devamcısı konumuna mı düşer? Balzac, “iffet şüphede ısrardan ibarettir” diyordu[5] ve özcü kalmak pahasına, ki yenilikçi olmanın özcülükten kurtulamadığını yukarıda gördük, bugünün 50 sene sonra nasıl görüleceğini 50 sene sonraya bırakmak yerine,  yazdığımız şeyin psik/analizini bugün yapmaya çalışmak daha çetin bir görev değil midir? Topu gelecek kuşaklara bırakmak fazla kolaycı ve hatta küçük burjuva, züppece bir tutum değil midir?
13.  Özetleyecek olursak güncel sanat/şiir, üçlü bir sıkıştırma içindedir: Birinci olarak o, içine bir şeyler sokmaya, taşımaya çalıştığı şiirin “özü”, yani gelenek tarafından baskı altındadır; onu yeniden üretmekten, ona kapı açmaktan kaçamaz. İkinci olarak o, şairane ve özneyle birlikte şairin ortadan kalktığını iddia eder ancak şairlik pratiğini sürdürmekten kendisini alıkoyamaz; hatta güncel olanı şairliğin kıstası hâline getirir; gerektiğinde şairliği de reddederek çelişkiden kaçmaya çalışır ama kaçamaz. Üçüncü olaraksa eskinin karşısında yenilikçiliği ile koptuğunu iddia ettiği modernist tutumun içinde yer almaya devam eder. Tüm bunlara karşı yanıtı ise şiirin değişmesi gerektiğidir, şiir sürekli değişmek zorundadır. Neden, çünkü hayat ve insan değişmiştir. Ancak hayatın ne ölçüde değiştiği, tartışmaya son derece açıktır. Aslında yaşanan değişim değil, sürekli devam eden fark ve tekrardır. Akımlar birbirini kovalar, birinin dışarıda bıraktığını beriki içeri alır, psikolojik ihtiyaçlara göre bu “değişim” devam eder durur, bugün google’ın yaptığı etkiyi dün matbaa yapmıştır vs. Değişen tek şey kullandığımız aletler, iletişim araçları ve teknolojik gelişmeler vb. şeylerdir. Bugünün insanı diye bir şey yoktur, o kurgudur. İnsanın bugününden söz edeceksek de o zaman güncel sanatın ötesine geçmemiz gerekecektir çünkü insanın dünü, geçmişi ve bugünü arasında bir bağlam ve bütünlük olduğunu ima etmekteyizdir. Tam burada, yani insana bütünlüğünü veren bağlama sözü getirdiğimizde Michel Foucault’un Kelimeler ve Şeyler kitabı bizim için çok önemli bir işlev görür.
İkinci Deneme - Kelimeler ve Şeyler, Dil ve Edebiyat
 Söz ve İmge üzerine Bir Giriş Denemesi
Dil iki bakımdan bir ikiliği ifade eder veya aynı anlama gelmek üzere dille birlikte iki unsur, tıpkı Descartes’ın Kartezyen düzlemi gibi gelip üst üste oturur.
Bunlardan birincisi söylenen ile söyleyen, işaret edilen ile eden arasındaki ikiliktir. İlki şey ikincisi kelime ve/veya söz olarak karşımıza çıkar. İkiliğin bir yanında en kaba haliyle şey öte yanında ise o şeyi ifade eden bir başka şey vardır: bu kelime veya sözdür. Örneğin mavi kalem dediğimde bu şeyin iki tarafında mavi kalem sözcükleri ile öte yandan mavi renkli bir kalem vardır. Sözler tümüyle onları ifadelendirmenin biçimiyken mavi kalem diye adlandırılan şey, o anda mavi kalem olmaları üzerinden adlandırdığım bir çoğulluğu ifade eder. Yani mavi kalem aynı zamanda belirli bir hacme sahip, yuvarlak ya da köşeli, şu ya da bu kalınlıkla vs. özelliklere sahiptir.
O halde şey ile onu isimlendiren, işaret edilen şey arasındaki mesafeyi dil kapatırken karşımıza çıkan ikilik bir yanıyla isimlendirilenin tüm düzeylerindeki maddiliği ve çoğulluğu ile bu çoğullukların tekleştiği ve özdeşleştiği tekillikler arasındadır. Dil burada çoğulluğu sadece bir açıdan bile olsa tekilleştirmekte ve şey olarak ifade etmektedir. Şüphesiz şeyleşme dile gelme anıyla sınırlı değildir ancak yine de dil her zaman çoğulluğun tekilleştirilmesiyle arasındaki alanda cereyan eder.
Dilin üzerine gelip oturduğu ikinci ikilik ise kendi yapısına ilişkindir. Dil her zaman ikili bir uğrak içerir. Bu söz ve görüntü daha doğrusu imgedir. Söz dille birlikte aynı zamanda görselleşir. Bu yönüyle işitilirken dahi görselleşebilen bir şey söz konusudur ve söz sadece belirli imgelere dönüşüp muhayyilemizde aldığı görüntü itibariyle değil bizzat harf ve kelimelerin de sözün bir görselleşmesine, harfe ve yazıya, dönüştüğü bir durumdur söz konusu olan. Konuşmanın uzun sesinde “m” sesi “n” değil de “m” harfine tekabül eden bir karşılık kazanmıştır.
Dolayısıyla dil hem soyut/tekil/bütün olan ile somut/çoğul/parçalar arasındaki bir ilişkiyi ifade eder ve bu ilişki aynı zamanda sözel ve görsel olarak ikili bir yan taşır. O halde dil dediğimiz konuşma ve yazma alanı bu iki ikiliğin kesişimiyle açılır ve orada devinir.
Felsefe tarihinde buradaki dönüşümün soyut mantığı karşımıza bütün giriftliğiyle Platon’un Bütün-Parça, Aynı-Başka, Var-Yok, Bir-Tek tarışmasında görülür. Soru oldukça basittir: Bir şey eğer kendisiyle aynıysa nasıl bir olabilir? Dolayısıyla şey nasıl bütün olabilir? Bu ve benzer sorularla Bir’in mümkün olup olmadığı tartışılır ve varlığı gerçek ve soyut varlıklar olan idealar ile görünür ve değersiz varlıklar olan şeyler arasında bir ayrıma giden Platon tüm gücüyle bu ikiliği birleştirmeye çalışır. Ama tüm çabaya karşın sürekli olarak “kendisi” ile “kendisi” arasında bir diş açıklık kalır ve Platon Parmenides-Herakleitos tartışmasının gölgesinde Bir’den tümüyle uzak kalır.
Michel Foucault da Kelimeler ve Şeyler isimli eserinde, bir anlamda, Batı siyasal aklının bu bir diş açıklık ve ikiliği birleştirme tarzlarının soykütüğünü yapar. Foucault episteme dediği yapılarla Rönesans, Klasik ve Modern dönemlerde bu “Bir”-leştirme ve “bir diş açıkık” meselesinin ne tarzda ele alındığını ve Batı toplumunun farklı dönemlerde söz konusu ikiliği ve biri nasıl bildiğini göstermeye odaklanır.
Michel Foucault bu çalışması kapsamında Batı epistemesinde iki büyük kırılma/süreksizlik tespit eder.
Bunlardan birincisi 17. yüzyılın ortalarında yaşanan ve Foucault’un Rönesans epistemesi olarak adlandırdığı şeyden Klasik episteme dediği döneme girişe işaret eden kırılmadır. İkinci kırılmaysa 19. yüzyılın başında klasik epistemeden modern episteme dediği yapıya geçişte yaşanacaktır.
Rönesans epistemesi, klasik episteme ve modern episteme aynı zamanda belirli temsil rejimleriyle olan ilişkisi temelinde ele alınır. Rönesans döneminde işaret ilişkisi temsilden çok benzerliğe dayanır ve şeyler arasındaki benzerlikler imza olarak yorumlanır. Bu bilginin bir tür yorum biçimi olmasıyla sonuçlanır- bilgi, şeyler arasındaki benzerliğin yorumu ve giderek yorumun yorumudur. Örneğin ceviz içinin beyne benzemesi onun insan beynine iyi geldiği anlamına gelir. Çünkü işaretler ve benzerlikler sonsuzdur ve bu sonsuz imzadan sayısız bilgi türetilebilir. Yorumun bilgi özelliği kazanması aynı zamanda yazılı olanın sözlü olan karşısında –bir temel yorum olarak- bir üstünlük kazanması anlamına gelecektir. Bu dönemde dil, daha çok şeylerin bir tür dile gelişi olarak şeylerin kendisine bağlanmakta en azından böyle anlaşılmaktadırlar, şey/işaret edilenle dildeki karşılığı/işaret eden arasında güçlü bir bağ ve birliktelik vardır. Bu anlamda şeyleri dile getirmenin kendisinde büyülü bir taraf vardır ve dil bu büyünün dile gelişidir biraz da.
Klasik epistemedeyse benzerlik ilkesi ve ona dayalı yorumun yerini özdeşlik ve farklılık oyunları alır. Artık şeylerin benzerlikleri değil farklılıkları ve nelikleri, ne oldukları dolayısıyla özdeşlikleri önem kazanır. Dolayısıyla dil de artık şeylerin kendisini ifade etmesinin bir biçimi  ve bir büyü olmaktan çıkar ve kelime, imlediği şeyden bağımsız, kendisiyle sınırlı bir temsil biçimi kazanır; bir diğer ifadeyle yaşanan şey artık bir dile geliş değil adlandırmadır. Rönesansta dile geldiği düşünülegelen şeyler klasik dönemde sessizleşmekte ve ontolojik olarak dünyadan ayrılarak zihinsel bir düzlemde düzenlenmeye başlamaktadır. Burada dil, özerklik kazanmakta ama bir yandan da kopukluk göstermekte ve yorumun da ortadan kalkmasıyla Rönesans dönemindeki işlevi tümüyle silinmektedir. Artık dilin yerini, temsilin dildeki mantığını düzenleyen bir tür gramatik yapı olarak söylem almıştır.
Şimdi tam Rönesans epistemesiyle klasik episteme arasındak uğrakta, dil artık şeylerin kendini bir ifade etme aracı olmaktan çıkıp, şeylerden kopuk olan bir başka alanın mantığı tarafından düzenlenmekte ve Rönesans’taki anlamı itibarıyla ortadan kaybolmaktadır. Dil temsil alanına hapsolur ve bu alanın içinde geleneksel anlamıyla yok olurken – çünkü kelimeler artık maddi olarak taşımadıkları bir içeriğin temsili haline gelirler- Rönesans döneminde yorumun oynadığı rolü bu kez eleştiri/kritik oynamaya başlar. Burada genel bir gramer teorisi gelişir ve bu gramerin altındaki düzen genel temsilin bir yansıması olarak vurgulanır.
Foucault’a göre tam burada edebiyat ilginç bir özellik kazanır ve dilin dünyanın parçası olarak ortadan kaybolup, özerk bir alan olarak temsilin mantığı içinde gömülü olmaya başladığı dönem arasındaki geçişe işaret eder. Bu geçişin en iyi örneği Cervantes’in Don Quichotte romanıdır. Burada eski benzerlik ve işaret oyunları sona ermekte, Foucault’a göre Aynı’nın kahramanı olan Don Quichotte artık “farklılığın net sınırlarını asla aşamadan ne de kimliğin kalbine ulaşamadan, buraları sonsuza kadar kat etmektedir”[6]. Bu serüvenin içinde kitap giderek eski dünyanın tasvirine dönüşür, benzerlikler ve kelimeler arasındaki anlaşma bozulmuş ve benzerlikler birer hezeyana dönüşmüşlerdir. Kelimeler ve şeyler arasındaki büyülü ilişki bozulmuş, şeyler oldukları şeyin inatçı özdeşliğine hapsedilmiştir. Bu anlamda Don Quichotte Rönesans döneminin bir negatifini bize sunar.
Ancak dönüşüm bununla sınırlı değildir. Dil de artık yeni olanaklar ve kendine özgü güçler kazanmıştır. İkinci bölümde Don Quichotte’un eserin birinci bölümünü okuyan kişilerle karşılaşması metnin kendi üzerine kapanması anlamına gelmektedir. Ancak kitabın kahramanı kitabı okumamıştır ve bu özelliği onu iki cildin ve dolayısıyla iki dönemin kesişim noktası haline getirmiştir. Burada zamansallıklar arasında bir fark dile gelmektedir. Gerçekten de Nietzsche de bu zamansallık farkına değinecek ve bugün bizim dilimizde acı bir tat bırakan bu ironik eseri zamanında okuyanların kendilerine kasıklarını tutarak güldüğünü ifade edecektir.[7] Foucault’a göre Don Quichotte tam da bu farklı zamanssallıkların, tarihselliklerin sınırında kendi hakikatine kavuşur: “sadece dile borçlu olan ve tamamen kelimelerin içinde kalan hakikat”[8]. Foucault’a göre bu hakikat, dilin dünyadan kopmasıyla birlikte edebiyatın, üzerine kurulacağı alan haline gelir.
Gerçekten de Foucault’un eseri pek çok anlamda felsefeden çok edebiyata ve sanata yakındır. Eserde Velazquez’in Las Maninas (Nedimeler) tablosu kritik bir önemdedir. Resim üzerine Foucault’un eşsiz analizini, önsözdeki itiraf izler: “Bu kitabın doğum yeri Borges’in bir metinin içidir”[9]. Bunu Borges’in söz konusu metninden bir alıntı izler ve Foucault kitabının bu metnin yarattığı sorunun (“binlerce yıllık aynı-başka uygulamamızı şirazesinden çıkartarak”) izini sürdüğünü söylemektedir.
Modern dönemdeyse episteme, klasik dönemde kurulan özdeşlik-farklılık oyunlarının yerine, şeylerin ne olduklarını, içerdikleri tarihsel süreçlerle ölçme paradigmasını koyar. Şeyler bir tarihsellik içerisinde oldukları şey olurlar ve tüm bilimler buna göre yeniden düzenlenir. Emeğin temel değer olarak ortaya çıkması onun sadece içerdiği tarihselliklerin bağlamını vurgulamakla kalmaz aynı zamanda emeğin taşıyıcısı olan insanın da temel değer olarak çıkışına işaret eder. Bu değişimi biyolojinin genel olarak yaşamla ilgilenen ve yaşamı evrim temelinde ele almaya başlayan yapısı izler. Dil alanındaki değişimse ifadesini filolojide bulur. Klasik dönemde ortadan kaybolan ve ontolojik bağımsızlığını yitiren dil, gramer ve söylemden sonra bu kez fiillerin ne şekilde türetildiği gibi tarihsel süreçlerin konusu haline gelir ve filoloji kapsamında ele alınmaya başlar. Tüm bu düzenleme bilimin nesnesi olarak insanın ortaya çıkışıyla ele alınır. Bu süreç, insanın ikiz bir varlık olarak ortaya çıktığı alandır. Yeni sorun şudur: Hem bilimin nesnesi hem de bilen özne olarak insan bu ikiz varlığını nasıl sürdürecektir? Foucault’un insanı yakın bir dönemin icadı ve muhtemelen sonu yakın bir icat olarak görmesinin kilidi de burada ortaya çıkar. İnsan ve ikizi arasındaki bir diş açıklık, kapanmayan mesafe olarak devrededir.
Modern dönemde dil, herhangi bir bilgi nesnesinden birisidir ve herhangi bir nesneden herhangi bir ayrıcı özellik taşımamaktadır. Burada yeniden edebiyat devreye girer ve dilin kendi özerk varlığını onayladığı bir alana dönüşür. Hölderlin’den Mallerme’ye edebiyat artık yazma ediminin kendisi olarak ortaya çıkar ve bu kez konuşanın kelimeler olduğu vurgulanır. Dolayısıyla edebiyat açısından dil, Rönesans dönemindekine benzer bir özelliği geri kazanır. Konuşan şeyin kendisi kelimelerdir ve Foucault “Delilik, Eser Yokluğu[10] makalesinde delinin akıl hastasından uzaklaşırken şaire, edebiyatçıya yaklaştığını, ve tersi, söyler. Dil artık kendi varlık alanını edebiyat aracılığıyla sürdürecek, burada dünyanın ve oluşun alternatif ve/veya olası düzenleri kurulmaya çalışılacaktır. Deli’yi Artaud’dan ayıran şey basitçe delinin eseri olmayışıdır.
Foucault’un eserinin edebiyat açısından zenginliği burada sorulacak şu yerinde soruyla sınırlı değildir: Peki bugün edebiyatın işlevi var mıdır, varsa nedir ve/veya ne olabilir?
Foucault bu eşsiz önemdeki soruyu sormamıza olanak sağlamakla kalmaz aynı zamanda Rönesans epistemesinden başlayarak çıkardığı soykütüğünün bir hattını da söz ile imge arasındaki diyalektiğe odaklanarak edebi zemini daha da güçlendirir.
Foucault’a göre ikiliğin bir ucunda soyut kavramlar öte yanındaysa ses ve görüntünün parçacıksal düzeylerindeki oluşlar vardı. (Platon’un Parmenides diyalogunda sordurduğu soru: Kıl, tüy ve çamur gibi şeylerin de bir ideası var mıdır[11]?) Bu ikisi arasındaki alanın nasıl düzenlendiği ve örgütlendiğini anlatırken Foucault önce söz ve yazıdan iki farklı uğrak olarak bahseder ve buralardaki değişimi, dönüşümü de takip eder. Ancak dönüşüm bununla sınırlı değildir. Aynı zamanda yazı görselliğin bir unsuru olarak imgeyi de kapsar.
Foucault bir diğer önemli eseri Deliliğin Tarihi’nde bu defa söz ile görüntü arasındaki ayrıma odaklanacaktır. Buna göre söz ile görüntü (bir diğer deyişle im(a)ge) arasında bir birlik vardır ve bu on beşinci yüzyıldan itibaren çözülmeye başlamıştır[12]. Aslında bu dildeki çözülmeyle birlikte vücut bulur. Bu ikisi arasındaki ayrım aynı zamanda her iki alanın kendi içine dönmesi anlamına gelmektedir. Yukarıdaki farklı episteme türleri arasındaki ayrım burada da işler vaziyettedir. Delilik ile edebiyat arasındaki yakınsama, aynı şekilde görüntü ile yazı arasındaki uzaklaşma anlamına gelecektir. Dolayısıyla görüntü ile yazıyı tekrar yakınsayan şey de yine delilikle yakınsanan bir coğrafyaya dönüşecektir. Dolayısıyla aynının başka ile, yani batı rasyonalitesinin delilik ile kurduğu ilişkiyi söz ile imge arasındaki ilişkinin evriminden de takip etmek mümkündür. Zaten Foucault da Kelimeler ve Şeyler’in önsözünde bu iki kitabın (Kelimeler ve Şeyler ile Deliliğin Tarihi) Aynı ve Başka’nın kitabı olduğunu söyleyecektir[13]. Dolayısıyla iki kitabın izlekleri arasında simetrik bir örtüşme olduğunu, en azından bunun dilin evrimi ve söz ile imgenin değişen ilişkisi bağlamında, öne sürmek pek akla aykırı görülmese gerektir.
Gerçekten de dilin, üzerine düşünüldüğünde kullanım bakımından bu iki ögeyi de barındırdığı kolayca anlaşılır. Bir yandan ifade eder, anlatır, dile getirir öte yandan da bunu yaparken kaçınılmaz olarak görselleştirir. Dolayısıyla dil daha başından kendi içinde bir ikilik taşır: anlatım/söz ve imge. Burada belki de Nietzsche’nin Tragedya’nın Doğuşu’nda uzun uzadıya anlattığı Dionysos ve Apollon diyalektiğinin benzeri bir akış söz konusudur. İmge ve anlatı (söz veya yazı ile) ile birbirlerini dönüştüren ve karşılıklarını sınırlarını sürekli yenileyen bir ikilik.
Edebiyatın temel alanını, en azından modern edebiyatın, dilin insan toplumuyla olan yaşayan bağının kesilmesine dayandırıp dil içinde imge ve anlatı ikiliği üzerinden dilin olanaklarının neler olduğunu tartışmaksa, kanımca, iki açıdan önem taşıyor.
Birinci olarak bu tartışmayla edebiyatın kadim sorununa çözüm üretilmiş oluyor. Dostoyevski ve Kafka, modern edebiyatın doruk noktalarından ikisi, büyük bir suçluluk duygusuyla yazıyorlardı. Kafka yazdığı eserleri, malum, yakılmak üzere arkadaşına teslim etmişti. Dostoyevski ise ilk romanı İnsancıklar’ı “ah şu masalcılar! Yazacak yararlı, hoş kişiye haz veren bir şey bulamaz da ne kadar pislik varsa dökerler ortaya”[14] diyerek başlatıyor; Ecinniler’deyse Yüzbaşı Lebyadkin, “şiir ancak bir saçmalıktır ve ancak düzyazıyla söylendiğinde küstahlık olacak şeyler için ona başvurulur” diyordu[15]. Hugo’dan Oğuz Atay’a, hatta kendisi de bir şair olan Nietzsche’ye kadar çok sayıda düşünür ve yazarın pek çok benzer tutumunu bulabiliriz. Hatta klasik edebiyatçılar içinden yalnızca bir Balzac şairi “sanatçıların prensi” diyerek övmüş – ne övgü ama!- ama ilk fırsatta da ironisini devreye sokmuştur: “bu yüce küçük adam….”[16]
Dolayısıyla edebiyata böylesi tarihsel bir rol atfedilmesi sadece edebiyatçının üzerinden bu suçluluk yükünü kaldırmakla kalmayacak; aynı zamanda onun bu suçluluk duygusundan kurtulup ürün vermeye çalışırken aşırı duygusal tepkilerle edebi olanaklarını en üst düzeye çıkarma noktasına ulaşamamasına neden olan ruhsal süreçleri de engelleyecek ve edebiyatçının ruhunu da sağaltacaktır. Dolayısıyla sorunu bu şekilde ortaya koymak, edebiyatçının özne olarak kimlik sorununu gündeme getirecek ve onu çözecektir. Edebiyatçı böylece tam anlamıyla özgür olabilecektir.
İkinci olarak edebiyat üreticisinin kendisinin sadece bulunduğu zeminin, yani temsil rejiminin,  değil bizzat onun içsel deviniminin de ögelerini yakından tanıması (söz ve imge) onun belki de bu yeni yorumlamadan hareketle yeni ve güncel bir edebiyat (özelde de şiir) tarihine varmasını sağlayacaktır. Belki de bu unsur görsel şiir, kısa öykü ve sosyal medya edebiyatı denebilecek türlerin ne olduğu ve anlamlarına ilişkin, bilinç akışı tekniği veya deneysel şiir arayışının farklı sırlarını bizim için daha görünür kılacaktır. Belki Rimbaud da görünmeyeni bu yüzden görmek istiyordu?[17]
Ancak bu tarihi yapmaya başlamadan önce söz ve imgenin ilişkisine daha derinlemesine bakmak gerekiyor. Foucault’un yukarıda sözünü ettiğim eseri kadar, belki daha da çok, ona temel oluşturmuş olması hasebiyle, Nietzsche’nin “Ahlakdışı Doğrular ve Yalanlar Üzerine” ve “Tragedya’nın Doğuşu” metinleri üzerinden söz ile imgeye, Apollon ile Dionysos ikiliğine bakmakta fayda olacaktır. Ancak bu hem hacim hem de içerik itibariyle farklı bir yazının konusudur. Dolayısıyla bu kısım, belki de yazılabilecek bu yazıya bir giriş olarak okunabilir.
Üçüncü Deneme - Canavarın Kalbi’ni Sökmek
İnanç Avadit’in “buradan kurtulmak bize kaldı” isimli kitabı bir uçak kazasıyla başlar. Mesele şudur, karlı bir dağın başında bir grup yolcu kalakalmıştır ve bulundukları konumdan kurtulmak için herhangi bir yardımdan mahrum bulunmaktadır. Bu bizim dünyadaki hâlimizi resmeder; bulunduğumuz yerden bizi kurtaracak hiçbir şey yoktur, buradan ancak kendi çabamızla kurtulabiliriz.
Bu aslında içinde bulunduğumuz nihilistik durumdur. Hayatta tutunacak hiçbir değerimiz yoktur, bütün değerler değersizleşmiştir. Eski değerler artık inanılmaz hâldedir, yeni değerlerse henüz ortada yoktur. Bu ara durum, bizim dünyamızdaki hâli resmeder. Kitabın ilk şiirinin açılışı da bu nihilist tutumu gösterir: Bıkkınız, yorgunuz insandan. Artık insana ve onun değerlerine inanamayız, bunların tümü psikolojik ihtiyaçlardır ve değerlerimizi belirleyen şey de bu ihtiyaçlardır. Dolayısıyla insanı, bu değersizlik ortamında tarihsel, mitolojik, antropolojik açıdan ele almak söz konusu nihilist ortama karşı bir önlem, bir tür karşı saldırıdır. İnsan türsel olarak hiçliğe yazgılıdır. Zira insan, tarih öncesi çağlardan beri aynı psikolojik yapıyı sürekli tekrarlamaktadır, insan varlığı anlamsız ve amaçsızdır.
Biz bu çağın, tıpkı isimsiz bir zirveye çarpan uçak gibi, kazazedeleriyizdir. Çağ kapanmış ancak biz içinde mahsur kalmışızdır. Avadit’in şiirlerindeki mitoloji, antropoloji vb. göndermeleri bu durumu izler, insanın bir kaderi vardır ve hiçliğe yazgılıdır.
Buradan kurtulmak bize kaldı kitabı bu nihilistik psikolojiyi özetler: “hepimiz daha da perişanız”. “Sabahları yılgınlık beliriyor”. Bu acının, sıkıntının nedeni insan türünün psikolojik evrimidir, şiirlerde bunlar insanın kaderi olarak ele alınsa da insanın bu durumdan nasıl çıkacağı Canavarın Kalbi isimli kitabın sonunda belirecektir: “kalp yeniden hatırlanır”.
Kalp izleği, Avadit’in iki kitabının da temel izleğidir, kelime oyunu olması itibariyle değil ama her iki Avadit kitabının da kalbi “kalp” mefhumudur. Kalp iki anlamdadır: birincisi olarak bir organ olarak kalp ve ikinci olarak insan ruhunu simgeleyen bir gönderme olarak kalp. İlkinde kalp bir organ olarak tasvir edilir ve kalp krizi üzerinde durulurken ikinci anlamda kalp insanın iyiliği ve ruhunu temsil eden bir temsile dönüşür. Kalp hem kendini temsil eder hem de insanın kurtuluşunu.
İnsanın huzursuzluğu, yersizliği, modern dünya içindeki absürt ve çaresiz, çıkışsız durumu şiirlerde sürekli resmedilir. Nihilizmin insanı, şiirin temel izleklerinden birisidir. Nedir, nihilist insan amaçsız ve hedefsiz bir boşluk durumunda sürüklenir durur. Avadit’e göre bu durum, varoluşun temel özelliklerindendir, yani insanın kaderidir ve buradan kurtulmak “insana” kalmıştır. Ancak insan bu kurtuluştan habersiz, daha doğrusu o kurtuluşu gösterecek dirayeti göstermekten acizdir.
Buraya kadar söylediklerimiz Avadit’in tüm şiirlerinde görülecek bir özelliktir, deyim yerindeyse onun şiirinin kalbidir. Tekrar pahasına, perişanlık, yılgınlık, öleceğinin bilincinde olmak, boşluk, tarihi dişleyen karım ağrım, altlarında boktan bir nehrin aktığı kentler vs. tüm nihilist tutum ve kavramlar iş başındadır: Her şey değersizdir, şeylerin bir aslı vardır ve bu asıl temel itibariyle değersiz, kötü, çürüktür. Bu birinci nihilizmdir.
İkinci nihilizmse bizzat şiirin kendisine ilişkindir. Bu şiir geleneksel şiirden bir kopuş, bir sapma, bir tür karşı-şiiri oluşturma özelliği gösterir. Buna göre şiirin bir özü yoktur, şiir ne yaparsan odur. Biçim ya da kalıplar aşınmış, yerle bir edilmiştir, artık şiirden konuşan güncel, modern bir bendir. Hatta belki kimi zaman bir tür bensizliktir. Gerçi Avadit’in şiirlerinde sık sık bir ikinci tekil şahsa (sen, dostum vb.) gönderme vardır bu onun bir ben olarak konuştuğunun işaretidir ancak bu ben de nihilisttir, bir güçsüzlüğün daha geniş bir deyişle bir dekadansın temsilidir. Yukarıda söz ettiğimiz “neden, örneğin bir antropoloji kitabı değil de, şiir yazıyorum?” sorusuna bir yanıtı yoktur. Daha doğrusu, bu yanıt, ne olursa olsun, nihilist olmak zorundadır.
Avadit çok iyi bir şair, çok zeki ve bakış açısı, perspektifi olan bir şair. Yukarıda yazdıklarımızın onun şiirini değersiz gördüğüm anlamına gelmesin, aksine, kıymetli buluyorum. Nihilizm burada bir olumsuz eleştiri değil, amaç içinde bulunduğumuz çağın nihilist olduğu ve çağın bir parçası olarak şiirin de bundan, büyük oranda, kaçamadığı gerçeğini söylemek. Avadit’in şiirlerinin nihilist karakteriyse daha çok aktif nihilizm olarak ele alınabilir. Nedir, aktif nihilist sağlıklı bir ruhun dışarı, gerçekliğe saldırdığı ve değerleri değersizleştirdiği bir durumdur. Avadit, örneğin kirletici Azog şiirinde olduğu gibi, bir Assur metnini konumlandırır, bu insanın tarihinin bir ucudur ve içerdiği vahşeti gösterir. Şiirse “bayraklara rengini veren hemoglobin” dizesiyle başlar ve “kan” mefhumuna atfedilen değeri değersizleştirir. Benzer bir örneği, “kalp belki ne ilk ne son defa kanalizasyon pompalıyor dünyaya” dizesinde görebiliriz. Burada Avadit’in şiirlerinde sürekli görünen bir şeye tanık oluruz: şey, kendisine yüklenen anlamdan sıyrılarak şeyliğiyle sınırlanır, işlevine indirgenir, tamamen fizyolojik/biyolojik bir şey olur. Böylece şeylere atfedilen anlamlar değersizleşir (yukarıda sözünü etmeye çalıştığım, nihilist tutum); ancak bu değersizleşme şairin aktif tavrıyla mümkün olur.
Avadit’in şiirinin insan türünün taşıdığı vahşetin teşhir niteliğini söylemek güç olmaz. Mezbaha şiiri bunun en iyi göstergelerinden birisi. Aslında insan türünün vahşeti, ondan duyduğumuz tiksintiyle birlikte düşünüldüğünde ortaya çetin bir sonuç çıkar: acaba insanın vahşet dolu tarihine duyduğumuz tiksintiyle, ondan duyduğumuz yorgunluk, bıkkınlık, sıkıntı arasında bir bütünlük var mı? Acaba öyleyse insan türünü bu vahşetten kurtarmamız mı gerekir yoksa bu özellikleri sahiplenip sürdürmemiz mi gerekir? Aslından ikincisini yapmak için yeterli psikolojik güce sahip olmamız bu vahşetten duyduğumuz tiksintiye dönüşür. Bu anlamda nihilizmin bir diğer boyutu devreye girer: pasif nihilizm. Üstün değerlere inanamayan nihilizm çeşidi. “insansın sen, yok ki çaresi hastalığının” dizesi bu nihilizm türünü açık eden dizelerden sadece birisidir.
Canavarın Kalbi kitabında ise ilk kitapta gördüğümüz tüm özelliklerin tekrarını görürüz. Bir yanda biyolojik gerçekler vardır öte yandan da bizim onlardan ürettiğimiz, hatta bazen atfettiğimiz ihtimaller söz konusudur. Bu ikisi arasında gelip gitmektedir insan. Bunun dışında bir şey yoktur, “ormanın ruhu yokmuş”- nihilist akıl burada da devrededir ve kaskatı bir gerçekçilikle şeyleri şey oluşlarından sıyırmaktadır. Belki ilk kitaptan daha çok karşımıza çıkan şey bu iki uç arasındaki ayrımın çok daha net şekilde vurgulanmasıdır: Şeyler ve onlara atfettiğimiz anlamlar (ve o anlamların yok oluşları).
Avadit’in kitabı (Canavarın Kalbi) burada bize başka bir kitabı anıştırır: Foucault’un Kelimeler ve Şeyler’i. Yukarıda bu kitap hakkında söyleyeceklerimizi söylediğimden sözü uzatmayacağım. Ancak ikiliklerin bir tarihsel araştırması olarak bu kitabın Avadit’in şiirine etkilerini görmek mümkün: “şeylerin şeylerle olan derin muhabbeti”, “kelimeler şeyleri karşılamıyor”, “kendileriyle aralarında kapanmayan bir yarık”, “kelimelendirilmekten, bir isme hapsedilmekten”. Sadece bununla sınırlı değil, canavar iki tanedir, bir psikolojik ve fizyolojik bir makine olarak evrimin canavarı, ikincisi ise bugün onun mirasını taşıyan insan canavar. İkincisi malzemesini birinciden devralır ancak değiştirip dönüştürerek yeni canavarlar üretir, onun üstüne kapanır.
Kelimeler ve Şeyler kitabı Borges’in bir metniyle açılır. Burada hayvanlar imparatora göre özgün bir şekilde sınıflandırılırlar. Öteki Canavarlar şiirinde de Avadit’in canavarları Borgesvari bir şekilde sınıflandırdığını görürüz. Bu buraya kadar aktardığımız antropolojik-tarihsel okumanın billurlaştığı bir eşiğe işaret eder. “borges’in bahçesi ya da minima moralia” şiiri de bu etkiyi açık eden şiirlerdendir.
Yukarıda bahsettiğimiz canavar ikiliğinin en açık dile geldiği dizelerden birisi şudur: “İçinde 65 milyon yıllık bir hayvan taşıyorsun/seni sen yapan o hayvanı kutla”. Kısaca özetlersek burada söylenen şudur: sen diye bir şey yok, sen 65 milyon yıllık bir hayvansın (yani canavar). Dolayısıyla, yani sen yoksan, kendine atfettiğin bütün anlamlar da yok. Son olaraksa, o eski hayvanı onayla, kutla. Ancak burada bir açmaz oluşur, eğer 65 milyon önceki hayvanı kutlayacaksak onun taşıdığı şiddet ve vahşeti nasıl onaylamamazlık edeceğiz? Eğer günümüz insanını türcü olarak niteleyeceksek beni ben yapan o eski hayvan bundan nasıl muaf tutulacak?
Kelimeler ve Şeyler etkisiyle üretilen ikiliklerin bir diğer örneğini “kendi kalbini kendine naklet ve artık rahat bırak oku” dizesinde görürüz. Yukarıda sözünü ettiğimiz gibi burada karşımıza iki kalp çıkar. Birincisi yaşama organımız olan kalp, diğeriyse ruhumuzun merkezi olarak kabul edebileceğimiz psikolojik kalp. Avadit’in ikinci kitabında fizyolojik/biyolojik olanla psikolojik olan arasındaki ayrım ve ikilik, ilk kitabına göre çok daha açık bir şekilde işler görünmektedir.
Çelik Canavarların Kalbi şiirinde de aynı ikiliği görmek mümkün. “Tank gibi çelikten canavarlar, insanın kendi canavarlığından yola çıkarak ürettiği canavarlardandı”. Burada artık canavar, kendi canavarlığına bakarak yeni canavarlar üretmektedir. Burada kendi yıkımını getirebilecek bir canavar-otomasyon sistemiyle karşı karşıyayız. İkilikler sürekli olarak yeniden üretilir: “canavarında bir kalbin vardır/canavarın da bir kalbi vardır”.
Canavarın Kalbi’nin ikili izleği o kadar şiddetlidir ki canavarın da hem onaylanması hem yeniden üretilmesi gerekir: “Kendinizi bir canavar gibi kendinizi yeniden doğurmalısınız”. Aslında burada ilk kitapta ortaya konan nihilist soruşturmaya bir yanıt üretilir, canavar onaylanır ve üretilmesi talep edilir. Ancak bu kez ortaya başka bir sorun çıkar: bu canavarı onaylayacaksak insanın türcülüğünden nasıl kurtulacağız? İnsanın canavar olması bir tür olarak ortadan kalkması, evrimsel bir dönüşüm geçirmesi demek midir yoksa onun milyonlarca yıllık vahşet geleneğinin de onaylanması anlamına mı gelir? Alet, ateş ve dil canavarın doğuşundaki üç önemli aşama olarak sayılırken, insanlığın son iki yüzyılı içinde ortaya çıkan yeni bir canavar türünden söz edilmektedir: Karşı Canavar, Canavarlığının Farkına Varmış Canavar. Bu da bize Foucault’un Kelimeler ve Şeyler’deki bilimin hem nesnesi hem de öznesi olan bir insan ikizliğine dönük anlatısını hatırlatmaktadır. Ancak Foucault’a göre bir kurgu olan insan silinip gidecekken, Avadit’e göre bu iki canavar türü arasında bir savaş vardır ve iyi ile kötü arasındaki savaş dünya her iki canavarın da yaşamasına elverişli olduğu sürece devam edecektir.
Kitabın taşıdığı antropolojik izlek tam burada iyice keskinleşir: “insan türünün önündeki yeni aşama, canavarın yaşamasına elverişli bu kayanın en azından insan için, can çekişiyor olmasıdır”.
Kitabı ele alırken kaçınılmaz olan bir diğer şeyse canavarın ne olduğudur, canavar en eski hayvandır, ama artık modern insandır da. Bu ikisi arasındaki gel-git ve savaş sürmektedir. Ancak canavara ilişkin şu hatırlatma da yapılmalıdır: “Canavarların kötü kalpli yaratıklar olduklarını söylemek doğru değildir. Onlar yalnızca canavardır. Kendileridir”. Bu canavarla insan arasındaki farktır, canavar komplo kurmaz, plan yapmaz, sadece saldırır. Aslanın kuzuya saldırdığı gibi. Bu aslanı kötü yapmaz, onun doğası budur. Dolayısıyla insanı canavarlaştıran şey sadece taşıdığı fizyoloji değil daha çok aklın soğukluğuna dayanan bir kültür inşa etmiş olmasıdır.
Son olarak kitabın bitişini ele almak gerekiyor. Kitap “kalp yeniden hatırlanır” son dizesinin üç kez yinelenmesiyle bitiyor. Kalbin yeniden hatırlanması “anlamsızlık çağında” değerlerin tersine dönmesinin ve yeniden değerlenmesini imliyor. “Ormanın düşman ve anne olduğu o çok eski zamanlar/hatırla, hiç durmadan hatırla/bir çocukluğu vardı insanın” dizelerini anımsatan bir şekilde kalp ilk ve gerçek anlamına geri dönüyor ve böylece canavarlar arasındaki savaş da sona ermiş bulunuyor. Böylece tüm nihilistik görüntülerine rağmen kitap, nihilizmi aşmaya dönük bir çabaya işaret ederek bitiyor.





[1] CPR, Birinci Kritik’e Önsöz, AVIII
[2] Eflâtun, Sofist, MEB Yayınları, Çev. Mehmet Karasan,  s. 63-64
[3] Burada şu ayrıma dikkat edilmeli: Foucault, ünlü Hakikat ve Hukuksal Metinler isimli makalesinde şiirin bir kökeni olmadığını, onun icat edildiğini söyler. Biz de burada özcülükten söz ederken gelenekçi anlayışın özcü bir anlayış olduğunu söylemeye çalıştık. Yenilikçi şiir için şiirin bir özü yoktur, şiirin bir özü yoktur ancak pratikte “şiir” denilen şeyin üretilmeye devam edilmesi anlamında, pratik bir özcülükten söz edilebileceği kanaatindeyim. Derdimi bir örnekle pekiştirmek istersem, bugün polisiye bir şiir yazsanız, kitabınız kitapçıda polisiye değil şiir rafında satılır. Bu, bir şeyin şiir olup olmadığına karar verme konusunda bir gelenek, en azından, olduğu anlamına gelir. 
[4] Michel Foucault, Aydınlanma Nedir?, Çev. Osman Akınhay, Ayrıntı Yayınları, İktidar ve Özne içinde, sayfa 162-172.
[5] Bilinmeyen Şaheser, Çev. Renan Akman, İletişim Yayınları
[6] a.g.e., s.83
[7] Nietzsche, Friedrich. Ahlakın Soykütüğü Üstüne, çev. Ahmet İnam, Say Yayınları, 2013, s.82
[8] Foucault, Michel. Kelimeler ve Şeyler, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yayınları, 2001. s.87
[9] Foucault, Michel. Kelimeler ve Şeyler, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yayınları, 2001. s.11
[10] Foucault, Michel. Delilik, Eser Yokluğu, Büyük Kapatılma içinde, çev. Işık Ergüden ve Ferda Keskin, Ayrıntı Yayınları, 2000, s.90-100
[11] Platon, Parmenides, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, 2011, s.14, 130d
[12] Foucault, Michel. Deliliğin Tarihi, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yayınları, 2006, s. 45
[13] Foucault, Michel. Kelimeler ve Şeyler, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yayınları, 2001. s.24
[14] Dostoyevski, Fyodor. İnsancıklar, çev. Ergin Altay, İletişim Yayınları, 2014, kitabın girişinde epigraf
[15] Dostoyevski, Fyodor. Ecinniler, çev. Mazlum Beyhan, İş Bankası Kültür Yayınları, 2012, s.165
[16] Balzac, Honoré de, Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti, çev. Aysel Bora, Can Yayınları, s. 73
[17] Rimbaud, Arthur, Kahin’in Mektupları, http://kenanyucel.blogcu.com/kahin-in-mektuplari-1-arthur-rimbaud/4207900, erişim tarihi: 4.4.2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Suruç’a Ağıt

Temmuzun yirmisinde kabristanlar dipdiri genç ölülerin cesetleriyle dağlanmış bir ülkenin ovaları görmek konuşmak düşünmek söylemek yasa...