Milliyetçilik ve edebi bir tür olarak roman, yeni bir
sistem olarak ortaya çıkan kapitalizmin ve bu sistemin hakim sınıfı
burjuvazinin kurduğu siyasal ve toplumsal yapının kodlarının bir ifadesidirler.
Milliyetçilik, feodal yapıya dayanan ilişkileri lağveden kapitalizmin devlet ve
toplumu yeni bir aidiyet çerçevesinde tanımlanmasının içerik ve biçimini
verirken, roman da geleneksel anlatıların yerini alıp yeni özne olarak
belirlenen millete dair bir kanon kurmaya çalışır. Modern zamanların doğuşunu
imleyen bu yenilik, zaman ve mekan kavrayışını da bir dönüşüme uğratır. Zaman
ve mekan, tarihsel ve romansal anlatılarla, sabit sınırlar içinde kodlanan
belirli yaşantıların bir kökene göre anlam kazanmaya başlamasının üstbelirleyeni
olur. Tarihsel anlatı, artzamanlı bir işleyişle modernliğin tarihteki yeni
olgusu millete mitsel bir köken vermeye girişirken, roman, eşzamanlı bir
işleyişle farklı ve çoğul olarak varolan yaşantıları yeniden canlandırıp tekil
bir mekan içinde somutlamasıyla bir millet tasarımını mümkün kılar (Brennan
1995: 49). Böylece kitleler, bir millet olarak kendilerine dair adeta özsel bir
imge edinirler. Bütün bu anlatılar -tarih, roman ve özellikle gazetecilik-
dilsel kullanımı standartlaştırarak öteki herkesten farklı olan ve başkalarının
sahip olmadığı milli kimliğin özgülüğüne dair imgeyi iyice pekiştirirler. Bu
imgenin, hangi imgesel ve kavramsal süreçler içinde edinildiği milliyetçiliğe
ilişkin hacimli bir külliyatın tartışma konusu olmuştur.
Yine de temel ve
ortak bir görüş olarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: bütün milliyetçi
ideolojiler, zaman (tarih) ve mekan (vatan) bakımından “merkez” görevi görecek
bir köken arayışına girerler. Ama bu kökenin, kitleler tarafından kabul edilip
benimsenmesi öyle kolayca gerçekleşmez. Ernest Renan’ın da belirttiği gibi,
kitlelerin bir millet olabilmesi için ortak bir unutma ve anımsama
belleklerinin olması gerekir (Renan 1995: 11). Neyin unutulup neyin
anımsanacağı ise, fiziksel şiddetten sembolik şiddete varıncaya kadar uzun ve
yıkıcı bir sonucun ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Dışlama ve içerme düzeneğiyle
kurulan bu milliyetçi bellek, sıradüzenli olarak yapılanan temel bir “merkez”
etrafında kurulur.
Milliyetçiliğin olmazsa olmaz kaynağı olan, gerçekçi ve romantik
edebi anlatıların üretilmesinde önemli bir katkıda bulundukları mitsel köken ve
merkez fikrine karşı yapılan bir eleştiri olarak James Joyce’un “Ulysses” adlı
romanını bakacağız. Buna göre, Ulysses’te, milliyetçiliği tarih, miras, baba
oğul ilişkisi, mekan ve yabancı düşmanlığı/ karşıtlığı kavramları çerçevesinde
ele alacağız. Üzerine pek çok yorum yapılan ve romanın yapısını değiştiren bir
başyapıt olarak selamlanan bu eserin en ayırıcı özelliklerinden biri olarak,
siyasal sorunların –özellikle de milliyetçilik ve sömürgeciliğin- burada ele
alınış biçimi olduğu söylenebilir, söylenmiştir. Ulysses’i, gerçekçi ve
romantik türün edebi anlatılarından ayıran özellik, millete dair bir
özdeşlik/aynılık (identity: Türkçe’de kimlik anlamını da yüklenir) imgesi
sağlamak yerine milliyetçiliği besleyen imgeyi parçalamak için ısrarlı bir
anlatı stratejisinin bu yapıtta kullanılmasıdır. Mitsel kökene göndermede
bulunan bu imgesel tasarımı sökmenin çözüm yolu, tarih ve mekanın (bunu “vatan”
kavramı olarak almalıyız) dayandığı merkezi yerinden etmekle, arılığından
arındırıp farklı tekillikleri ortaya koymakla mümkün kılınabilir. Hiç kuşkusuz,
İngiliz sömürgeciliğinin yıkıcı sonuçlarına maruz kalmasıyla sorunların daha da
çetrefilli bir hale geldiği İrlanda adası, kapitalizmin ve modernliğin
insanların önüne koyduğu kimi sorunların –milli devletini kurmada geç kalmış,
dilini unutmuş, taşralılığın ortaya çıkardığı boğuculuk vb.- yaşandığı minyatür
bir alan olarak bu ada, milliyetçiliğin tartışılması için belki de en uygun
yerdir. Marx’ın Kapital’in önsözünde Almanya için söylediklerini İrlanda’ya
uyarlayabiliriz: İrlanda adası sadece modern zamanın ortaya çıkardığı zorluklar
ve kötülükler altında ezilmekle kalmamakta, tasfiye edemediği üretim
biçimlerinin, geleneklerin ve onların beraberinde getirdikleri çağdışı
toplumsal ilişkilerin yarattığı sıkıntıları da yaşamaktadır. Ama Joyce’un
Ulysses’te sorunu ele alma biçimi, konuyu sadece adayla/İrlanda sorunuyla
sınırlı bırakmamakta, milliyetçiliğin yapısının/işleme düzeneğinin tartışılması
için önemli veriler sağlamaktadır.
Özdeş bir imgesel kimliğin ve milliyetçiliğin üretilmesini
sağlayan temel öğelerden biri olan tarih düşüncesiyle Joyce’un/Stephen
Dedalus’un (Ulysses romanının ana figürlerinden biri olan Stephen Dedalus,
Joyce’u temsil eden karakter olarak görülebilir) arasının pek hoş olduğu
söylenemez: “Tarih, dedi Stephen, uyanarak kendisinden kurtulmak istediğim bir
karabasandır” (s. 64). Orhan Koçak, Ulysses’te tarihin derin bir endişe kaynağı
olarak göründüğünü; tarih ve coğrafyanın Joyce için çok özgül bir anlamı
olduğunu söyler: İngiliz sömürgeciliğine maruz kalan, dilini unutan ve dilsel
mülksüzlüğü yaşayan bir geçmişi arkasında taşıyan ülkesinin acısını duymaktadır
Joyce (Koçak 1997: 4).
Ama Joyce’un tarihsel anlatıya ilişkin itirazının başka
bir nedeni daha bulunur: tarihsel anlatı, tarihi belirli bir özneye -millete-
göre inşa ederek, kökensel imgeyi üreten mitsel ve ideolojik bir söyleme
dönüşür; bu mitsel söylemde hayat bulan ise, tıpkı Ulysses romanında kimi
kişilerin ağzından aktarılan hem kendilerine dair hem de başkalarına dair sabit
ve belirli bir kimliği oluşturan basmakalıp yargılardır. İşte bu mitsel söylem,
toplumları ve bireyleri çepeçevre sarmalayan bir ağa dönüşür. İster Tanrısal
öngörünün gerçekleşme alanı olarak görülen teolojik tarih anlayışı olsun ister
Tanrısal özne yerine milleti ikame eden milliyetçi tarih görüşleri olsun, köken
ve erek kavramlarıyla hareket ettiklerinden aşkın bir merkez ve bu merkezin
yapılandırdığı hükmedici bir düzen kurarlar. Tarihi yenilenlerin yıkımı
üzerinden yükselen muzafferlerin bir anlatısı olarak gören ve bu nedenle tarihe
bakmada hep belirli bir mesafeyi gözeten Walter Benjamin’le Joyce’un tarihe
ilişkin düşüncesi bu noktada benzeşir. Tarihsel anlatı, kazananların
anımsamalarına göre çalışan bir bellek olduğundan, bu iktidar merkezini imha
etmenin yolu yeni bir anımsama deneyimine geçmek olmalıdır. Geçmişte
yaşananların anlatısı, çoğunlukla kazananların perspektifine göre yazıldığından
varolan sorunların ve iktidar ilişkilerinin çözüme kavuşturulma mercii olarak
tarihe başvurulmaz. Güce göre belirlenen tarihsel anlatının zamansal merkezi
yerine mekânı dolduran insani deneyimlerin çoğulluğu. Çünkü yeni bir deneyim
imkânı oluşturulmadığı takdirde bu karabasan hükmünü hep yeni baştan
gösterebilir (s.64).
Öte yandan tarih, milliyetçiliğin temel duygusu olan
mirası hep gündemde tutar. Çünkü bir şeyi milli kılan temel duygu, o şeyin
-yani mirasın- bir babadan devralınıp korunmasıdır. Miras, aynı cevherden
oluştuğu söylenen baba ve oğul arasında kesintisiz ve bozulmadan devam etmesi
gereken bir ilişkiyi varsayar. Dahası, baba ve oğul arasındaki ilişkide temel
belirleyici olan, merkezi işgal eden, babanın konumu ve imgesidir. Öyle ki,
Joyce, Shakespeare’in “Hamlet” oyununu, babanın konumundan yazılmış bir eser
olarak yorumlar: “Huzursuz babanın imgelediği varlıksız bir oğuldur”
Danimarkalı genç prens (s.234). Huzursuz babanın hayaleti, oğluna hak ettiği
mirasından amcası tarafından yoksun bırakıldığını söyler (s.228). Mirasa ve
babanın konumuna karşı Joyce’u teyakkuz halinde tutan, bu düşüncenin sırf tekil
ve kısmi bir perspektif olarak kalmayıp bütün konumları biçimlendirmeye
başlayan aşkın bir nedene dönüşmesidir. Hamlet’in trajedisi, babanın konumuyla
özdeşleşme yolunda yaşadığı tereddütlerdir: “yeğenden biraz fazla oğuldan bir
hayli az” olan o katlanılamaz konum. Bu katlanılmaz tereddüt durumu mutlaka
ortadan kaldırılmalıdır. Oyunun sonunda Hamlet, babasının intikamını alarak
babasıyla arasındaki o doğal bağı -mirası- yeniden kurar.
Milliyetçi tarihsel anlatının anahtar kavramlarından biri
olan mirasın talep ettiği özdeş kimlikten çekilmek, milliyetçiliğin minör
harita alanı baba oğul ilişkisinden çekilmek (Ece Ayhan’ın “oğullar oğulluktan
sessizce çekilmesini bilmeli” dizesinde olduğu gibi), o hükmedici merkez
söyleminin payandalarını sarsma yolunda tayin edici bir an olur. Bu kritik
tayin anında, Stephen Dedalus, Hamlet ve “miras” kavramı üzerine yaptığı
yorumları tamamlayan “babalığın ancak yasal bir varsayım olabileceğine” dair
görüşünü öne sürer (s.441). Artık devredilen ve korunan bir miras olmayıp
babalık konumu boş bırakılacaktır (s.441). Stephen Dedalus, babası Simon
Dedalus’un bir gemici tarafından “İrlandalıdır o. Hakiki bir İrlandalı” diye
övülmesine karşılık “biraz fazlaca İrlandalı” diye karşılık verir (s.665).
Hiçbir koşulda babalık konumu üstlenilmez. Baba, hükmedici bir belirleyene
dönüştüğünden ve önceden verili bir kimliği temsil ettiğinden, oğul hem
kendisinin hem babasının yaratıcısı olmak zorundadır.
Öyleyse, Ulysses romanında, İrlanda’nın hâlâ Saksonyalı
Shakespeare’in “Hamlet”i çapında bir kahraman yaratamadığına dair
sitem/serzeniş hükümsüz bırakılabilir: babasının davasını güden Hamlet yerine,
oğulluktan çekilen Stephen Dedalus ve Leopold Bloom, İrlanda sanatının
eşdeğerde figürleridir. Joyce’un edebi düşüncesine uygun olarak bir değil iki
figür: “İrlanda sanatının bir simgesi bu. Bir hizmetçi kadının çatlak aynası”
(s.35). O çatlak aynadan yansıyan sadece İrlanda sanatına özgü olmayıp
mülksüzlüğün, sömürgeciliğin gadrine uğrayan ve modernle geleneksel olan
arasında sıkışıp kalmış tüm toplumların bir ifadesidir. Hem çatlamış hem de bir
hizmetçiye ait bir aynadan yansıyanlar özdeşliği değil, ancak kırılmaları
gösterebilir. Joyce’un edebi anlatısında kendisiyle özdeşlik kurup üzerimize
kolayca uydurabileceğimiz bir milli kimlik artık imkânsızdır. Miras ve babalık
üzerinden kurulmak istenen bireysel ve toplumsal bir kimlik aidiyeti, bu
aidiyetin varsaydığı merkez düşüncesinin kabulü, Ulysses’te bütünüyle dışlanır.
Dışlama ve içerme diyalektiğine göre çalışan ama sonuçta
kendi kendisiyle mutlu bir yer düşleyen milliyetçi ideolojide bir çatlak daha
oluşturmak, onu huzursuz kılmak (unheimlich) için milliyetçi görüşün ev (Heim) fikrine
doğru bir adım daha atılmalı. Zamansallığı tarihsel anlatı üzerinden bir
iktidar söylemine dönüştüren milliyetçi ideolojinin, aynı zamanda mekânı,
kurgulanmış ve biricik özne olarak varsayılmış millet ve ulus-devlete
uyarlayarak nasıl türdeş kıldığını göstermek gerekiyor. Zira belirli ve
sabitlenmiş bir toprak parçası olmadan milliyetçilik imkânsızdır (Duffy
2000:37). Hatta tarih duygusundan önce bir “vatan”, “vaadedilmiş topraklar”
gereklidir. Milliyetçiliğe dair yapılan yorumlarda, pedagojik ve ideolojik
yönlerden kitleleri etkilemek isteyen milliyetçi tarih anlayışı eleştirilirken,
milliyetçi ideolojinin vatan kavramının/tasarımının bu eleştirilerden pek az
nasiplendiği görülebilir/görülmektedir. Bu durumda eleştiri sonuna kadar
gitmeyip yarı yolda kalır ve tarihsel anlatı üzerinden yara almış olsa bile
milliyetçilik o sıcak evinde/vatanında kendi imgesini yeniden kurup dirilir.
Ulysses’te Joyce, sadece tarihsel anlatının değil, mekânın da yabancı
olabilecek her türlü öğeden arındırılıp türdeşleştirilmesine karşı kalemiyle
yekinir.
İrlanda milliyetçiliğinin kendine dair başlıca anıları da
genellikle coğrafyalarına dair imgelerdir: bir manzara olarak İrlanda:
“Karaçamlar, köknarlar, kozalaklar türünden ne kadar ağacımız varsa, hızla yok
olup gidiyor. İrlanda’nın istikbali için yurdumuzun o güzel tepelerindeki
İrlanda ağaçlarını korumamız lazım, ah” (s.372). Burada Joyce, geç kalmış bir
milliyetçiliğin -İrlanda milliyetçiliğinin- kendine dair anımsama düzeneğini
tasvir eder: kapitalizmin yükselişiyle İngiliz imparatorluğunun sömürgesi olan
ve iktidarsız kılınmış olan İrlanda, millet imgesindeki bütünleşmeyi geçmiş ve
gelenek -o güzel kır ve tarım ülkesi İrlanda, Katolikliğine sımsıkı bağlı
İrlanda- üzerinden kurmaya çalışır. Sorun, İrlanda’ya dışarıdan veya içeriden
atfedilen bu yargının doğru olup olmaması değil, bu yargının tıpkı o neşeli ve
daima publarda için o İrlandalılık mizacı tasvirinde olduğu gibi bunun bir
etikete veya katı bir önyargıya dönüşmesidir.
Joyce’un Ulysses’teki anlatı stratejisi ve dil(ler)in
kullanımı, Dublin’i merkezcil özdeş bir birlikten çok çoğulluğu içinde
barındıran bir mekân olarak göstermeyi amaçlar. Dublin, saf ve tek kimlikli bir
yer değil, indirgenemez çoğulluk ve farklarla belirlenen bir yerdir. Roman,
Dublin’in değişik merkezlerinde adeta bir avare gibi dolaşan Stephen Dedalus ve
Leopold Bloom’un, bu yerlere dair farklı imgeler ve düşünceler taşıdığını
göstermekle mekânsal bir türdeşliğin imgelenmesine izin vermez (Stephen ve
Bloom’un Saint George kilisesinin çan seslerini birbirlerinden farklı
algılamaları gibi s.756). Hem İngiliz sömürgeciliğinin hem Hıristiyan dininin
egemenliği altına girmiş bir ülke için saf bir kimliği tarihsel veya mekânsal
olarak düşünmek büsbütün imkânsızdır1 (Duffy
2000:51). Dahası, şehrin sakinlerinin tarihe ve mekânlara ilişkin anımsamalarının
belirsizliği (örneğin İrlanda’nın İngiltere’ye karşı mücadelesindeki en önemli
milli kahramanlarından C.S. Parnell’ın mezarında gerçekten yatıp yatmadığına
dair belirsizlikte olduğu gibi -s.146-), arzulanan özdeşliği başarısız kılar.
Her durumda milliyetçi fikrin tarih ve mekân üzerinde
gerçekleştirmek istediği biricik ve türdeş bir aidiyet durumu ancak bir
yanılsama olabilir. Mutlak ve saf bir özdeşleşme için farkları/çoğulluğu
indirgeyen ve dışlayan bir anlayış ancak ve ancak egemen bir gücün şiddete
başvurmasıyla gerçekleşebilir. Milleti biricik özne ve fark olarak dayatan
milliyetçi düşünce, bu kimliğe dahil olacak ve olamayacakları tanımlayarak
tarih ve mekansal düzlemi kapatır.
Bütün bu aynılaştırma siyasetinin temel amacı, tarihi ve mekânı,
yabancı olanın asla sızamayacağı, “onlar”a ait olmayıp sadece “biz”e özgü
kendilikler olarak düzenlemektir. Milliyetçi ideoloji, tarih ve mekânı –yani
vatanı- yabancı düşmanlığına göre yeniden kurar. Joyce, Ulysses’te bu yabancı
düşmanlığının milliyetçi söylemleri nasıl birleştirdiğini gösterir. Yabancı,
hiçleştirici bir ötekilik biçiminde düşünüldüğünde kolayca bir düşman olarak
addedilir. Bu düşman sadece dışarıda değil, aynı zamanda içerde de bulunur,
bulunmadığında ise yeniden yaratılır. Bu milliyetçiliğin hem kendisini
tanımlama[1]
ölçütü hem de ebedi paranoyasıdır. Bu paranoya, hem İngiliz Haines’ın hem
İrlanda milliyetçilerinin, yabancı ve göçebe olarak görülen Yahudilerin kendi
ülkelerine karşı bir komplo içinde bulunduklarına dair düşüncelerinde açığa çıkar:
“Tabii ben İngilizim, dedi Haines’ın sesi, duygularım bir İngilizinki. Ülkemin
Alman Yahudilerinin eline düştüğünü de görmek istemem. Ne yazık ki, bizim
ulusal sorunumuz bu şu sıralarda” (s.49); “Işığa karşı günah işlediler. Bu güne
kadar dünya üzerinde başıboş dolaşmalarının nedeni de budur. İrlanda sanayiini
yabancılara satmak amacıyla bütün dünyaya konsoloslar göndermeye dair her bir
muzırlığı Bloom’un (Orhan Koçak’ın deyimiyle ezilen ulus içindeki azınlık
olarak Ulysses’teki Yahudi figürü) aşıladığını anlatmaktaydı. Ama düşünün bir
kere, dediydi John Wyse, bir Yahudi de başka herkes gibi kendi vatanını niçin
sevmesin ki? –Sevsin elbet, dediydi J.J, ama önce hangi vatanı seveceğinden
iyice emin olsun” (s.63, 381, 382). Burada yabancı düşmanlığı olarak
milliyetçiliğin kapitalizmin mülkiyet yapısıyla nasıl iç içe geçebildiğini de
rahatlıkla görebiliriz. Kapitalizmin sürekli mülk/servet edinme isteğine uygun
olarak, milliyetçilik de sadece kendine ait bir toprağı/vatanı mülk edinmek
istemektedir. Bir göçebe ve yabancı olarak Yahudilerin alnındaki o lanetli
damga, kendilerine ait bir vatanlarının olmamasından kaynaklanır. Ulysses’te
simgesel bir temsil olarak Yahudi, asla iktidarı mülk edinemeyen, bir “yerli
olamayan”dır (s.258). Kapitalizmin mülkiyet sistemi içerisinde Yahudilerin bu
yersiz/mülksüz hali, hâlâ özgür bir ülkeleri olmayan ve dillerini unutmaya yüz
tutan İrlandalılara[2] gelecekteki olası
durumlarını –bir millet olarak yok olma durumlarını- ve çaresizliklerini -ne
İngiliz ne de İrlandalı olabilen o arada bulunma halini- çağrıştırdığından
Yahudi olana karşı hıncın şiddetini daha da artırmaktadır. Paranoyayla
kastedilen tam da budur: milliyetçi söylem, diğerlerini ya kendisine benzemeyip
özdeş bir imgeyi kırılmaya uğrattıkları için nefret etmekte ya da kendisine
benzedikleri takdirde ise, görünen imgesine katlanamadığı için onlardan nefret
edip düşman addetmektedir. Bu nefret edilen öteki, tıpkı son zamanlarda
Avrupa’da göçmenlere yönelik ortaya çıkan ırkçılıkta görüldüğü gibi ya
çalışmayıp başkasının emeğiyle geçinen bir aylak ya da çalıştığında iş çalan
bir işkolik olarak resmedilir (Zizek 2002: 159). Her iki durumda da milliyetçi
argüman işbaşındadır. Çünkü milliyetçi söylemin varolması için gerekli olan,
tözselliğinden arındırıp bir hiç derekesine düşürebileceği, içerik olarak içine
her şeyin doldurulabileceği, boş bir biçim vazifesi görebilecek bir ötekinin
varlığıdır.
Milliyetçiliğin belirli bir kimlik çerçevesinde bir yere
ait olmayı öne sürüp göçebe ve yabancıya karşı olmasını sadece bir önyargı
olarak göremeyiz. Kapitalist sistemin bizzat kendisi, insanları topraklarından
koparır ve uzak diyarlara göçebeliğe mahkûm eder ve bir yerli olmanın zeminini
zayıflatır. Bu zayıflatmanın etkisini perdelemek ise, kapitalizme eklemlenen muhafazakâr
ideolojiye düşer. Muhafazakâr ideoloji, geleneğin zayıfladığı yerde, ortak bir
geçmiş ve değerler düzeni yaratarak milliyetçiliğin imdadına koşar.
Kapitalizmin ve modernizmin bir efekt olarak etkisi, muhafazakarlığın bu geçmiş
tasavvurunun, sadece geçmişi değil, geleceği de denetim altına alma çabasında
kendisini gösterir. Kırılmaya, parçalamaya maruz kalan geleneğin yerine başka
bir ortak belleği yerleştirmek isteyen muhafazakar düşünce, bu ortaklığı hep
aile, devlet, vatan, millet gibi öğeler üzerinden kurduğundan milliyetçilikle
hatta ve hatta ırkçılık ve faşizmle yakın bir akrabalık bağı kurar (Baker 2000:
189). Milliyetçilik ve muhafazakârlık, o ne olduğu belirsiz bir “bize özgü”
olan peşinden koştukları için, sürekli olarak bir temizlik harekâtı içindedirler.
Bu türdeş kılma harekâtının nerdeyse bitimsiz olduğu söylenebilir: temizleme
arttıkça komplo duygusu ve dışardan yabancı bir öğenin sızarak bu saflığı
bozacağına dair histeri de büyür.
Ezilen bir milletin tıpkı ezen bir millet gibi yabancı ve
öteki olana karşı gösterdiği bu düşmanlık, milliyetçiliğin aşılamaz bir ufuk
olarak kabul edilmesi gerektiğini mi gösterir? Mazlumun zalime dönüşmesini
adeta doğanın bir kuralı olarak addedip bu konuda siyasal bir çözümün imkânsız
olduğunu mu benimsemek gerekiyor? Bu sorular, insanlar veya ülkeler arasında
bir ortaklığın sağlanıp sağlanamayacağını veya nasıl sağlanabileceği sorununu
gündeme getirir. Daha önemlisi, James Joyce’un Ulysses eserinde bu sorulara
yanıt veya yanıtlar bulup bulamayacağızdır. Şimdiye kadar anlatılanlardan,
Joyce’un soyut bir evrenselliğe ve bu evrenselliğin iki temsilcisi olarak
görülebilecek iki efendiye –İngiliz egemenliğine ve Kutsal Roma Katolik
kilisesine- itiraz ettiğini kolayca kaydedebiliriz (s.49). Bu türden bir
evrensellik, Ulysses’te güçlünün güçsüz üzerinde kendi imgesini kurduğu ve
güçsüz olanın tüm özelliklerini sildiği baskıcı bir istek, sömürgeci bir güç
olarak ortaya çıkar. Romanda, İngiliz Haines karakteri, bu sömürgeci zihniyeti
yansıtır: sadece sahip olduğu kibir ve parası değil, merhamet ve anlayış
belirten sözleri bile sömürgeye maruz kalanın yarasını ve travmasını daha fazla
artırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Zihnindeki basmakalıp İrlandalılık
yargısıyla aslında kendi evrensel imgesini onaylamaktadır. Bu türden bir
evrensellik, bir tekilin ifadesi olduğu halde, kendisini bütün tekilleri
kapsayacak bir tümellik olarak öne sürer. Joyce, Ulysses’te tarih ve mekândan
tutun da biçem ve dile kadar sürekli çoğulluk ve kırılmalar içinde hareket
ederek bu evrensellik tasarımının meşruluğunu askıya alır.
Ama Ulysses’te evrenselliğe karşı yerelin ve tümele karşı
tikelin tercih edildiği de söylenemez. Joyce, evrenselliği temsil eden iki
efendiye oklarını yönelttiği gibi yerel/taşralı mekanların ve toplulukların
dayattığı o boğucu havaya da itiraz eder. Yine aynı yerde, Stephen, kendisine
ayak işleri gördürtmek isteyen bir efendiden daha söz eder. Ama Haines’ın araya
girmesiyle bu efendinin kim olduğu söylenmeden kalır. Romanın devamında, bu
efendinin İrlanda’nın geleneksel ve milliyetçi yapısının ortaya çıkardığı
taşralık izleri taşıyan cemaat kültürü olduğunu söyleyebiliriz. Joyce/Stephen,
iki efendiye karşı çıkmakta ama İrlanda milliyetçiliğini de benimsemektedir. Bu
milliyetçi kültür, İngilizlerin o hükümran düzenlerinin bir tür ayna imgesidir
(Koçak 1997: 6).
Soyut evrensellik ve yerellik aynı anda kapı dışarı
edildiğine göre, Ulysses’te siyasal bir birlikteliğin, milliyetçi ideolojiden
farklı olacak bir birlikteliğin nasıl olacağına dair bir yanıtın imkânsız
olduğu söylenebilir mi? Her ne kadar kararlı ve nihai olmasa da evrensellik ve
yerellik arasında uzlaşabilir bir bağın imkânı Ulysses’te bulunabilir. “Uzlaşma
olan yerde, dedi Stephen, önce bir ayrılma olması gerektir” (s.232). Özdeş ve
türdeşleştirilmiş bir kimliğin, yerin ve kültürün tam da olmadığı yerde bir
uzlaşma aranabilir. Aksi takdirde zaten uzlaşmaya gerek olmazdı. Bu aranılan
uzlaşmayı, Ulysses’in iki ana kahramanı Stephen ve Bloom ayrı ayrı
dillendirirler. “Ben de, dediydi Bloom, o nefret edilen zulüm gören ırkın bir
mensubuyum. Şu anda bile, işte şimdi. Tam şu an”, diyen Bloom’a “Yeni Kudüs’ten
mi bahsediyorsun” diye karşılık verilir. Bloom hayır der, “adaletsizlikten
bahsediyorum”(s.378). Bloom, milli kültürlerin içine dahil edilemeyecek bir
uzlaşma imkanı arar ve bunu ilerde daha açık olarak somutlar: “Ben o kaba herif
kadar İrlandalıyım ve herkesin, diye sözünü neticelendirdi, her türlü dine
bağlı insanların ve sınıfların pro rata haylice yüklü bir gelire
kavuştuğunu görmek isterim, hem de öyle varla yok arası değil, yılda 300 ŧ
civarında olmalı. Meselenin can damarı budur işte, üstelik mümkündür de,
insanlar arasında dostane ilişkileri tahrik edecek olması da cabası” (s.687).
Bu milliyetçi imgenin içine dahil edilemeyecek uzlaşma arayışı, bir de uç ve ütopik
bir noktada simgelenir: suyun evrenselliğine ve demokratik eşitliğine hayranlık
duymak (s.716). Her türlü iktidar ilişkisini çözmenin yolu bu eşitlik idealinde
görülür: farklı toplumlar, sınıflar ve cinsiyetler arasında ortaya çıkan
baskıcı ilişkiler ancak böyle giderilebilir.
Yine de Ulysses’te önerilen yanıtın, postmodernizm
tartışmasıyla birlikte moda bir söyleme dönüştürülen farklı kimliklerin,
kültürlerin ve cemaatlerin birbirine indirgenemezliğini kabul edip bunların
birbirlerine dokunmadan yaşayacağı bir birliktelik fikri olduğunu düşünmemek
gerekiyor. Joyce’un hükümran bir evrenselliğe teslim etmek istemediği fark ve
tikellik, bir kültürün/cemaatin/kimliğin varlığı değil, yukarıda Bloom’un
sözlerinde de görülebileceği gibi, kapitalizmin eşitsiz bir gelişmeyle ortaya
çıkardığı varoluş durumlarının, insani ve toplumsal durumların direnç
ifadeleridir. Bu varoluş tarzlarına, sırf bir kimlik ve kültür yaftası
yapıştırmakla sorun dipsiz bir kuyuya hapsedilmektedir. Milliyetçilik,
yerlilik, aidiyet duygusunun telafi edilebilir üretimleri olabilir, ama aynı
zamanda bu duygusal üretimler neticesinde üstünlükler inşa ettiğinden şiddete
gereksinim duyan bir iktidar biçimi kurar. Milliyetçilikteki fark, ötekileri
dışlayan ve ortaklığa direnen olumsuz bir üstünlük isteğidir. Ortaklığa
katılabilen fark ise, “karşılıklı üstünlüğe değil, karşılıklı eşitliğe” dayanan
çoğulcu bir taleptir (s.686). Bu talep ancak her türden güç eşitsizliğinin
giderilmesiyle –iktidar ilişkilerini üreten aşkın merkezlerin –etnik, kültürel
ve cinsiyetçi üstünlük iddialarının- ortadan kaldırmasıyla
gerçekleştirilebilir. Bu bakımdan, her ne kadar ideal ve zayıf olarak
görülebilse de Stephen’ın ve de Joyce’un milli kültüre ve vatana karşı baba
evini terk ederek kozmopolit bir tavrı öne sürmesi de bir direnç seçeneği
olarak kabul edilmelidir. Kozmopolitlik fikri, milli kimlik ve aidiyet dışında
bir yaratmanın/kurmanın imkânını gösterdiği için önemlidir.
[1]
Sloven Zizek, belirli bir topluluğu bir arada tutan bu tanımlama mekanizmasının
ortak keyfe göre kurulduğunu söyler. Bir topluluğu ötekinden ayırt eden keyfi
düzenleme biçiminin farklı olmasıdır. Bu “milli şey” sadece bizim
ulaşabileceğimiz ötekilerin/onların ulaşamayacağı bir şeydir. Bu şeyi nasıl
tanıyacağımızın tek tutarlı yanıtı, bu şeyin o belirsiz “yaşam tarzı” olduğunu
söylemektir. Ötekinde canımızı sıkan şey, tam da keyfini organize etme tarzıdır
(Zizek 2002: 212).
[2] Hem
İrlandalılar hem Yahudiler bu dağınıklıklarına son verecek bir kurtarıcıyı
beklemektedirler: “Yaa, hepsi de kurtarıcılarını bekliyor hâlâ, dediydi Martin.
Aslında biz de öyle” (s.383).
1 “-İki
efendiye hizmet ediyorum dedi Stephen, biri İngiliz öteki İtalyan.
-İtalyan mı? dedi Haines.
Çılgın bir kraliçe, yaşlı ve kıskanç. Diz çök önümde.
-Bir üçüncüsü daha var ki diye ekledi Stephen, ayak
işleri gördürmek istiyor bana.
İtalyan mı? dedi gene Haines. Ne demek istiyorsun?
Britanya imparatorluğu, diye yanıtladı Stephen yüzü
allaşıp ve Kutsal Roma Katolik ve Papalık Kilisesi” (s.49).
KAYNAKÇA
Baker,
Ulus. Yerlilik: “Bir Aşındırma Denemesi”, Aşındırma Denemeleri içinde,
İstanbul: Birikim Yayınları,2000
Brennan,
Timothy. “The National longing for form”, in Narration and Nation, ed. by: Homi
K. Bhaba, London and New York: Routledge, 1990
Duffy,
Enda. “Disappearing Dublin: Ulysses, postcoloniality, and the politics of
space”,in Semicolonial Joyce, ed. by: Derek Attridge and Marjorie Howes,
Cambridge: Cambridge University Press, 2000,
Joyce,
James. Ulysses (çev: Nevzat Erkmen), İstanbul: YKY, 1996
Koçak,
Orhan, Ulysses’in Coğrafyası, İstanbul: Virgül Dergisi, Sayı:3, Aralık 1997
Renan,
Ernst, “What is a nation?”, in Narration and Nation, ed.by: Homi K. Bhaba,
London and New York: Routledge, 1990
Zizek,
Sloven. “Milletinin Keyfini Çıkar, Kendininmiş Gibi” (çev: Tuncay Birkan),
Kırılgan Temas İçinde, Hazırlayanlar: Bülent Somay ve Tuncay Birkan, istanbul:
Metis Yayınları, 2002