Yozgat Blues öncelikle
küçücük bir alanda kurulmuştur. Sadece dört kişiydi oyuncular. Bunların ikisi
de filmin baş ve yardımcı kahramanları, bir diğeri onları Yozgat’la (belki
gerçek, şehir olan Yozgat ile değil ama filme konu olan, aslında filme dahi
konu olmadan biz onu izlerken salt aklımızda öyle canlandığı için filme dâhil
olduğunu düşündüğümüz Yozgat’la) buluşturan şiir/edebiyat-sever (bozuntusu) ve taşranın
yerlisi olan bir memur.
İkinci olarak filmin gerilimini sağlayan unsurlar da çok
basittir: Birinci unsur, filmin kahramanının kelliği ve daha doğrusu kelliğini
“örtmek” için kullandığı peruktur. Böylece daha olay hiç başlamadan, daha
karakterde gerilimin bir ayağı kurulmuş olur. Kendinden utanan, kendini
saklayan veya kelliğini saklayan, kelliğinden utanan böylece asıl şimdi
kelleşen bir karakter çıkar ortaya. (Aynı denklem taşra meselesinde de
işleyecektir).
İkinci karakter ona vokalistlik yapan kadın gibi görünürse
de burada vokalist kadın, asıl karakterin bir uzantısı olarak vardır. Bunu,
filmin sonundaki evlilik ve kellikle yüzleşememe hâlinde (taşra karşılaşma’ya
hiçbir zaman hazır olmayandır) çok net görebiliriz. Kadının varlığı,
karakterimizin zayıflığını, küçüklüğünü görmemiz için gerekli bir sahne, bir
dekordur sadece.
Aslında filmde dekor olan sadece kadın karakter değildir.
Daha çok tüm Yozgat ve Yozgatlılar dekor olarak arkadadır. Burası doğrudan
filmde bulunmayan bir dekor, bir arka-yerdir. Kafamızdaki yerin adı taşradır;
Yozgat taşranın simgesi, sembolüdür. Kendi kelliğiyle yüzleşemeyen, geçim
derdindeki müzisyen blues tarzı müzik yaparken, taşraya dışarıdan Blues
getirirken, böylece kendisi de bizzat taşrayı taşralaştırmış olur. Bu sadece
bir kentli olarak gelip taşrayı taşralılaştırması anlamına gelmez; aynı zamanda
kendisindeki gizli/bastırılmış/inkâr edilmiş taşralılık olarak yaşadığı
taşralılığın, taşra olarak kodlanmış yerle örtüşmesi anlamına da gelir. Ancak
seyirci hiçbir zaman kafasındaki taşranın merkezini taşranın kendisi değil de
dışarıdan gelen (veya dışarı çıkmak isteyen) olarak düşünmeyecektir;
taşralılığın sorumlusu asla kentli ve/veya taşralılığından tiksinen gizli
taşralı olmayacaktır. Taşra(lı) olmadığını düşünenin, taşralı olmaktan
kurtulmaya çalışanın, taşraya üstünlük taslayan taşralılığı; örtülen,
kapatılan, gizlenen, taşralılık (tıpkı başkarakterin radyo röportajında müzikle
ilgili soruya tek cümleyle yanıt vermesi –belki de edecek ikinci bir cümlesi
olmadığından- sahnesinde görüldüğü üzere) taşrayı da taşra yapan şeydir aslında
(taşra sorulara uzun yanıtlar vermez).
Bu çelişki, filmin aslında hâlâ tek karakterinin karanlık
yanlarının daha iyi gözükmesinden başka bir işlevi görünmeyen diğer
personasında çok daha keskin görülür. Filmi izlerken, başkarakterin
taşralılığına ilişkin yukarıda bahsettiğim işaretimsilerden başka elimizde bir
şey yoktur. Ancak Nadir Sarıbacak’ın başarıyla canlandırdığı karakter bu işlevi
çok daha net görür. Karakter, taşrayı beğenmeyen, onun kültürel hayatının
cansızlığından yakınan, aşırı ve abartılı bir sanat ve edebiyat düşkünlüğüyle,
üçüncü (hadi ikinci diyelim) sınıf bir edebî zevkle, üstelik bu sanat sevgisini
bir tür ideale dönüştürmüş biri olarak şehre gelen iki “çağdaş” müzisyeni
heyecanla karşılayan bir tiptir. Onlarla sürekli sohbet eder, onlara aşırı önem
atfeder ve biraz da musallat olur. Aslında burada dile gelen, görünür olan
taşralı’nın ta kendisidir. Bunun dışında bize taşrayı çağrıştıracak (Yozgat
dışında) hiçbir şey yoktur. Bu yüzden Yozgat’ı gerçekte taşralaştıran şey, hiç
değilse Yozgat’ın taşra olduğunun ispatı olan şey, bizzat Yozgat’ın kendisini
taşra olmakla suçlayan, Yozgat’a gelip Blues şarkılar söyleyenler, bunu Yozgat
için önemli ve hatta tarihî gören Yozgatlılardır. Bunun dışında Yozgat taşra
değil midir; bunun dışında Yozgat her-yer’dir, bir arka-yer’dir; her yer gibi
her yerle iç içedir. Taşralı sanat-severin sadece Yozgat’ta olduğunu ya da İstanbul’da,
İzmir’de, Atina’da veya Roma’da olmadığını; hatta seçkin kültür edebiyat
çevrelerinde dâhi taşralılığın şu ya da bu düzeyde inceltilmiş bir şekilde yer
almadığını iddia edemeyecekse, gerçekten de taşralılığın gerçek mekânının
neresi olduğunu düşünmemiz gerekmez mi?
O hâlde filmin kendisine konu etmeyi başardığı yer, işte tam
bu olma-olmama sınırı üzerinde cereyan etmektedir. Bu, yani Yozgat’ın
sorumlusunun kim olduğu, Türkiye’nin sorumlusunun kim olduğu sorusuna benzer.
Türkiye’yle barışık olanlar mıdır Türkiye, yoksa Türkiye’ye kızanlar mıdır tam
da kızdıkları Türkiye’nin kendisi? Çetin bir soru gibi görünüyor ama bu filmi sevdiysek
yanıtımızın ikincisi olması gerekiyor.
Ve son olarak, eğer sanat varsa tam da söylenebilecekler
içinden en söylen(e)meyene yaklaşarak var oluyor, demek ki…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder