28 Nisan 2020 Salı

BAŞKA AZINLIK: SAYILABİLİR-OLMAYAN ÇOKLUK ÜSTÜNE BİR DENEME- Sercan Çalcı


Intro
                                                                                                             
   Bütün kara parçalarında
                                                                                                                    Afrika hariç değil
                                                                                                                              
          Cemal Süreya

Piyano tuşlu bir çalgıdır. Beyaz tuşları siyahlardan çoktur. Peki, bu durum beyaz tuşların çoğunluk siyahlarınsa azınlık olduğu anlamına mı gelir? İlk bakışta sağduyu bize azınlığı ve çoğunluğu belirleyen şeyin niceliksel bir ölçüt olduğunu söylemektedir. Oysa biraz yakından bakıldığında bu ölçüt kendi içerisinde paradokslar taşımaktadır. Piyanodaki beyaz ve siyah tuşların tek özellikleri renkleri değildir. Beyaz ve siyah tuşların biçimleri, yerleri, yükseklileri bakımından da farklılıkları vardır. Hatta biri çıkıp tuşların hiçbirisinin birbirine benzemediğini çünkü her bir tuşun farklı ses ve frekanslara eriştiğini söyleyebilir. Muhtemelen piyano çalan biri ya da tuşlara hayatında bir kez dokunmuş biridir o. Yalnızca dışsal farklara dayalı bir yaklaşımı reddetmeye çağıran bir bakış açısından esinlenmiş olmalıdır. Ses açısından beyaz ve siyah tuşlar arasındaki ayrım tümüyle geçersizdir. Ses, ayrımın ve farkın dışlayıcı olmayan bir kullanımı ya da pratiğini düşünebilmenin bir yolunu sunar. Azınlığı ve çoğunluğu majör bir ölçü ya da ölçüt koyarak belirleme girişiminin aslında bir bireyi (örneğimizde beyaz ya da siyah bir tuşu) yaşamsal bağlantılarından kopararak tek bir özelliğe ya da niteliğe indirgeme çabasıyla yakından ilişkili olduğunu gözler önüne serer. Ses’in bakış açısından la sesi veren bir beyaz tuş ile si bemol sesi veren bir siyah tuş arasındaki mesafe, la sesi veren aynı beyaz tuş ile mi sesi veren diğer bir beyaz tuş arasındaki mesafeden daha azdır. Piyanoyu çalan biri için bu söylediklerimiz tümüyle gülünçtür. Çünkü o, la sesi veren beyaz tuşun şiddete ve süreye göre farklı la sesleri vereceğini ya da aynı sesin başka akorlarla bağlantı içerisinde aynı pozisyonda olamayacağını ve bu yüzden sabit bir notadan bahsetmenin imkânsız olduğunu söyleyecektir. Piyanoya dışarıdan bakarak sınıflandırmanın en katı mantığını benimseyen biri içinse ses’in bir ve aynı anda hem farklılaşmanın hem de bu farklardaki tekanlamlılığın (univocity) yapıtaşı olduğunu anlamak oldukça güç olmalı. La sesi mi den farklıdır ama ses olmak bakımından aralarında doğa farklarına dayanan bir ayrım yoktur. La sesinin kendisiyle ilişkisinde bile bir tür özdeşliği engelleyen farklılaşma eşikleri bulunur. Şiddet, süre, akor yapılarının birbirleriyle bağlantıları ve dizilerin ilerleyişi la sesinin her zaman bir ve aynı ses olarak kalmasına izin vermez; onu özdeşliğin sıkıcı dünyasından koparan şey sesin ve zamanın içyapısında zaten mevcuttur. Peki, böylesine dinamik farklarla kurulu bir evrende piyanodaki tuşların farklarını siyah ve beyaz oluşlarında bulan bir bakış açısının temel özelliği ne olabilir? Muhtemelen bu türden soyut ve katı sınıflandırıcı bir yaklaşım, hiç duymadığı sesler üzerinde egemen olmak isteyen bir kafanın ürünüdür. Paranoid eğilimler taşır. Her birisi farklı bireyleşim (individuation) süreçlerinden gelen ve gelmekte olan akışları birer kimlik içerisine hapsederek yukarıdan kodlama uğraşındadır. Tuşlar arasında dışlayıcı bir ayrım oluşturan sınıflandırmanın katı yapısından beslenir. Çoğunluğu ve azınlığı belirleyen ölçütü sanki nesnel bir şeymiş gibi sunarken çoğunluğun egemenliğini arzuladığını ve aslında onun içerisinden ve onun adına konuştuğunu gizler. Yüzde elli bir’e ulaşmak hedefinde yüzde yüz’ü göremeyecek kadar körleşmiş, faşizan bir mantıktır bu.
Ses ise piyanodaki bütünlüğün ama aynı zamanda farklılaşma eşiklerinin kaynağı olan isyancı bir ögedir. Azınlığın yeni bir anlamını araştırmak için düşüncenin devletçi ve hiyerarşik modellerinden sıyrılma arayışımıza esin verir.  
Aykırılıklar: Oluşun İsyancı Ögeleri
Sorun asla sınıflandırmanın bir ölçütüne itiraz ederken sınıflandırmanın mantığını olduğu gibi bırakan bir başka ölçüt getirmek değildir; rengin yerine sesi koymak değildir. Ancak, varsayılan yeri geri dönüşü mümkün olmayan bir oluş sürecine açarken kendilerini sınıflandırılamaz hale getiren aykırılıkların yaşam çizgilerini araştırmaktır. Öyleyse piyanodaki tuşlar için ses ne dışlayıcı bir ayrım ölçütü ne de aynılaştırarak farkları silen bir bütünlük. Tersine ses, her bir notada ifadesini bulan farklılıkların nexusudur.[1] İşte günümüzde bu bağlantı ağı yoluyla kendilerini farklılaştıran tekillikleri hiyerarşik bir sınıflandırmaya tabi tutmanın stratejileri gitgide deşifre edilmektedir. Yeni bir siyasal alanın kurulduğu bu günler belki de kendilerini en çok aykırılıklar olarak, sınıflandırılamazlar ve sayılamayanlar olarak dışa vuran hareketlerin gelişimine tanıklık ediyor.
Michel Foucault, The Order of Things’in önsözünde Borges’in bir Çin ansiklopedisinden bildirdiği bir sınıflandırmadan söz eder ve bu sınıflandırmada kendi kültürünün ve düşünme formlarının sınırlarındaki başka bir düşünce tarzının izlerini bulur. Çin Ansiklopedisi’ne göre hayvanlar şöyle sınıflandırılır:
“a) İmparatora ait olanlar, b) mumyalanmış olanlar, c) evcil olanlar, d) yavru domuzlar, e) deniz kızları, f) masalsı olanlar, g) sokak köpekleri, h) bu sınıflamaya dâhil olanlar i) çılgın mizaçlılar, j) sayılamayanlar, k) deve tüyünden ince bir fırça ile çizilmiş olanlar, l) ve benzerleri, m) su testisini henüz kırmış olanlar, n) uzaktan sineğe benzeyenler.”[2]
Bu tür bir hayvan sınıflandırmasının (ya da sınıflandırmanın imkânsızlığının) her bir öğesi tek bir ölçüte boyun eğmeye itiraz eder. Her bir öğe kendi özellikleriyle bir dizi oluşturur bir sınıf değil. Hatta “bu sınıflamaya dâhil olanlar” gibi bir ifade egemen bir ölçütün içerisinden bir paradoks olarak çıkar ve bir alt kümeyi bütün sınıflandırmayı kapsayacak şekilde genişletir. Tüm sınıflandırma evrenini kuşatan bir öğe bölmenin, ayırmanın dışlayıcı perdelerinden sızar ve ölçütün majör yapısını aşındırır. “Uzaktan sineğe benzeyenler”in “imparatora ait olmadığı ya da çılgın mizaçlı olmadıkları da söylenemez. Özellikle “evcil olanlar”ın “ve benzerleri”yle benzerliği tartışma götürmez kesinliktedir. Ve hiç kimse “masalsı olanlar”ı “sayılamayanlar” dizisinin dışına atamaz; tersi de geçerlidir. Aslında burada şaşırtıcı olan ve kendisini göz ardı edilemez bir şekilde hissettiren şey, her bir dizinin birbirine geçebilir, uzanabilir, eklenebilir olmakla birlikte ayırt edilmeleri için gerekli bir norm ya da ölçütün kurulamamasıdır. Belki de bizlerin mizah dediği şey başka bir düşünüş tarzının yaşam çizgisi ve gündelik hayatının vazgeçilmez kaynağıdır.
Bu sınıflandırma ya da sınıflandırmanın egemen mantığının mümkün bir dışarısından kurulan dizilerin aykırı-oluşları birkaç basit ve yanıtsız soruyla açıklanabilir. Örneğin “hangisi en genel ya da özel kategoridir?” ya da “hangi öge tikel ya da tümeldir?” Bu soruları tümüyle yanıtsız bırakan bir mantıkla karşı karşıyayız. Tür-cins ilişkileriyle açıklanamayan bir örgütleniş söz konusu. “Sayılamayanlar”ı düşünelim; aslında onlar sayılamayanlar dizisinin tüm bireylerini hayvanlarla buluşturan ve kapalı bir dizgeyi kıran bir hareketi taşıyorlar. Yani, sınıflandırmaya dâhil olmayanlara yakınsayan bir dizi oluşturuyorlar “ve benzerleri” gibi. “Uzaktan sineğe benzeyenlerin” ise yakından neye benzediklerini ya da bir şeye benzeyip benzemediklerini hepimiz çok merak ediyoruz.  
Bir tekilliği (singularity) tanımlayabilmek için onu sınıflandırmak ya da sınıflandırabilmek için tanımlamak zorunda olduğumuzu öğreten doktrin, tanım ile sınıflama arasındaki gizli suç ortaklığını gizlemeyi pek de başaramıyor. Peki, bir dizideki bireyin gerçek bir tanımına ulaşmanın başka bir yolu yok mu, bir tanım doğrudan doğruya bir sınıfa mı götürmeli tekilliği? Aslında böyle bir zorunluluğun olmadığını teslim etmek gerekli. Daniel Smith, Deleuze’ün Spinoza ve Nietzsche yoluyla takip ettiği bir içkin etik çizgi arayışını varoluş tarzlarının sahnesinde okumayı daha da açık hale getirdiği bir yazısında problemi başka bir eksende yeniden tartışmayı esinliyor.
“Örneğin insanları “tüysüz iki ayaklılar” ya da “rasyonel hayvanlar” olarak tanımladığımızda basitçe diğerlerinin zararına belirli duygu (affect) ya da özellikleri ayırt eden nominal tanımlamalara yaslanırız. Bir varoluş tarzının (kipinin) gerçek bir tanımına yalnızca onu, gücü ya da etkilenme kapasiteleri açısından tanımlarsak ulaşırız- basitçe mantıksal mümkünlük değil de zorunlu olarak her an aktüalize olmuş bir kapasite. Belirli bir varlık için sonsuz dünya içerisinde etkilenmiş olmak ne anlama gelir? Onu etkilenmemiş olarak bırakan nedir? Neye olumsuz ya da olumlu tepki gösterir? Onun besini ve zehri nelerdir? Kendi dünyasına başka varlıkları nasıl alabilir? Onun bütünlüğünü sarsan, gücünü azaltan ya da hatta onu yok eden şey nedir? Onun bedeni ne yapabilir? Onun etkilerinin neler olduğunu, onun bedeninin diğer bedenlerin etkileriyle bir bileşimin içerisine nasıl girebildiğini (ya da giremediğini) bilene dek bir tarz hakkında hiçbir şey bilemeyiz. Bu şekilde, daha az ya da daha çok genel olan varoluş tarzlarının içkin “tiplerinin” sınıflandırılmasına ulaşabiliriz. (Bu bakış açısından örneğin bir yarış atıyla bir yük beygiri arasında, bir beygir ve bir öküz arasındakinden daha çok fark vardır: bir yük beygiri bir yarış atıyla aynı etkilenme kapasitelerine sahip değildir ancak daha çok öküzle ortak duyguları (affect) vardır.)[3]
Artık bedenlerin bakış açısından, yoğunluk ve hız çizgilerinden okunan bir evrenle karşı karşıyayız. Öyleyse artık sınıflandırmanın yapay ve soyut normları geçerli değil; onlar birer köle ideolojisi gibi kendi kendilerine karşı çevrilmiş durumdalar. Ama azınlığın başka bir anlamını ararken karşımızdaki sorun daha da karmaşıklaşıyor. Evet, atlar ve öküzler sınıflaması tür-cins ilişkileri açısından geçerli olabilir aynı şekilde siyah tuşlar-beyaz tuşlar ayrımı da bir ayrım ölçütü olarak rengin kullanılmasını onaylamış olabilir. Ancak beden ve bireyleşim süreçleri açısından başka bir eksene doğru hareket etmek zorundayız: her bir bedenin birbirini etkileme ve birbirinden etkilenme kapasiteleriyle, hız çizgileri ve yoğunluk eşikleriyle belirlendiği güçlerin sahnesindeyiz artık. Tam bu anda Diogenes’in ünlü anektodu hatırlanabilir. Bir gün Platon’un insanı ‘tüysüz iki ayaklı’ olarak tarif ettiğini duyan Diogenes yolunmuş bir ördeği götürür meydana bırakır.4 İşte insan! demiş olduğunu varsayabiliriz. Birbirinden kesin çizgilerle ayrılmış, geçirgen kanalları tıkanmış, bir kategoriye hapsedilmiş her dizi, iç ile dışın sınırlarından kaçan bir hareket kabiliyetine sahip. Oysa gerçek bir tanımı imkansız kılmıyor tüm bu faktörler; tersine yalnızca nominal tanımlara bağlı kaldığımız bir temsil dünyasını sorun haline getiriyor.
Daniel Smith’in söz ettiği nominal tanımlamalara dayalı bir yaklaşım içerisinde kalındığı sürece azınlığı belirleyen şeyin nicelikten başka bir şeye dayanması mümkün değil. Ona nitelikler de yüklenebilir ama bu durum, azınlığın “sayılabilir olmayan” bedenini kavramanın bir yolunu sunmaz. İnsan ile ördek arasında nominal tanımlar üzerinde bir ayrım yapmanın imkansızlığı mizahın ifade gücüyle gözler önüne serilir. Hatta iç ile dışı birbirinden kesin bir şekilde ayıran egemenlik mantığı da aynı ifade gücünün hedefine oturur (“Tüm bunlar da dış güçlerin bir oyunu olmasın!”). Tanımlama ve sınıflandırmanın altındaki varoluş tarzı belki de Nietzsche’nin sözünü ettiği hınç (ressentiment) ile doğrudan ilişkilidir. Bir kod ve kimlik vererek düşman yaratma girişimi, diyalektiğin hatalı bir kullanımı yoluyla köle ideolojisinin kalbine yerleşir. Köle “sen kötü olduğun için ben iyiyim” diyecektir.[4] Kendi değerini türetebilmek için karşısında eyleminden koparılmış bir fail bulmak isteyecektir. Suçlayabilmek, yargılayabilmek ve köleleştirmek için aktif güçlerle bir diyalektik ilişki geliştirmek zorundadır köle ideolojisi. Öyleyse köle için siyah tuşlar beyaz olmadıkları için siyah ve beyaz tuşlar da siyah olmadıkları için beyaz olacaktır. Elbette çoğunluğun tahakkümünü hedefleyen bir anlayış içerisinde tuşlar kendi potansiyellerinden koparılacak, hangi şiddet, süre ve ses dizileriyle bağlantı kurduklarına bakılmaksızın tek bir özelliğe mahkûm edilecektir. Oysa bir bedenin gücü ve etki kapasitelerine odaklandığımızda onun aktüel varlığıyla, yani aktüelleşmekte olan bir olay potansiyeliyle karşılaşırız. Siyah tuşun hangi sınıf ya da kategori altına yerleştirildiğini umursamaksızın onun farklılaşma uğraklarının izlerini takip ederiz. Bu durumda bir siyah tuş ile bir beyaz tuş iki beyaz ya da siyah tuşun geliştirebileceğinden çok daha kuvvetli bağlantılar geliştirebilir. Daniel Smith’in örneği bir bedeni düşünmenin Spinoza esinli bir başka kaynağını açıkça gözler önüne serer. Bir yarış atı ve yük beygiri organizma bakımından bir öküze göre birbirlerine daha çok benzerdirler. Organların yapılanışı, türsel özellikleri benzerdir. Fakat organizmanın tümüyle açıklayamadığı şey, bu benzerliklerin hangi birlikte evrimleşme süreçlerinden geçtiğidir. Yük beygiri de öküz gibi tarlada çalışmaktadır ve bir şeyler taşımak için bedenini hıza göre değil ağırlığa göre biçimlendirmek zorunda kalır. Akhilleus ve kaplumbağa paradoksunun çözüldüğü düzlem burası olmalıdır; çünkü Akhilleus bir kısa mesafe koşucusudur, hızlıdır ama yalnızca belli bir mesafeye kadar. Öküz ve yük beygiri benzer şartlar altında bedenlerini benzer dinamiklere göre kullanmakta ya da buna zorlanmaktadırlar. Bedenleri benzer etki ve etkilenme kapasiteleriyle sınırlanmaktadır. Yarış atında ise hızlı manevra yapabilmek, çeviklik gibi başka özellikler belirleyici olacaktır. Elbette bizim için her bir varlığın potansiyellerini sınırsızca geliştirme ve aktüelleşme gücünü sınırlayan her türlü etkinin tahakkümcü bir müdahaleyle doğrudan bir alakası var. Bu yüzden varlık ile gücü ontolojik anlamda bir arada düşünmeye çalıştığımızda olağan dışı bir zenginlikteki doğaya tepki verme tarzımızın tek yönlü ve kısıtlayıcı olduğunu düşünüyorum.
Spinoza’nın conatus ile bizlere anlatmaya çalıştığı şey bir bedenin etkileme ve etkilenme kapasitelerinin içkin bir ilkesini bulabilmek için onun ardındaki bir başka öze değil o bedenin duygulanış biçimlerine odaklanmamız gerektiğiydi. Her varlık kendi varlığındaki bir direnç ve varolma çabasıyla belirlenebilirse artık mesele onu aşan bir üst kategoriden aldığı pay ya da tür-cins ilişkileri olamazdı. Bir varlığın tekilliği geri döndürülemeyecek bir şekilde felsefenin gündemini yeniden belirliyordu: “Bizler hala bir bedenin neler yapabileceğini bilmiyoruz[5]
Bu
Aslında sorun, bir tuşun tekilliğini anlayabilme yeteneğine sahip başka bir düşünme tarzında düğümlenmektedir. Bir bedenin neler yapabileceğini araştırırken onu bir üst-sınıfa hiyerarşik olarak bağlamadan, kendi bağlantı ağı içerisinde nasıl düşünebilirim? Onu tümel-tikel ilişkisine hapsetmeden kendi kapasitelerini diğer bireylerle etkileşerek geliştirme sürecini nasıl ifade edebilirim? Eğer “Azınlık nedir?” şeklinde sorsaydık soruyu, yine de diyalektiğin hatalı bir kullanımına açık bir müdahale alanı bırakmış olacaktık. Azınlığı belirleyen şeyin onu aşan ve üst-kodlayan bir ilkeye dönüştürülme tehlikesiyle yüz yüze kalacaktık. Ne’lik sorusunun olağanlaştırılmış olduğu ve hatta felsefenin ayrıcalıklı bir soru sorma biçimine dönüştürüldüğü bilinir. Peki, kim ya da hangi varoluş tarzı bir varlığın Ne’lik’ini sorgular? O, tümüyle masum bir merakla mı hareket eder? Yoksa “nedir?” türünden bir soru sorma tarzı aynı zamanda bir varlığı belirlerken onu olmakta oluşundan ya da süregidişinden ayıran bir başka müdahaleyi olanaklı mı kılar? Biri çıkıp şöyle diyebilir: “Ne olduğunu soruyorum çünkü ne olduğunu belirlemeksizin onun hakkında konuşamam”. Makul bir şey söylemektedir bunu söyleyen ama belirlenimin tek ölçütünün ne’lik olduğunu örtük olarak varsaymaktadır. Onun hakkında konuşabilmem için ilk önce “nasıl” olduğunu değil de “ne” olduğunu bilmemi gerektirecek bir şey var mı?[6] Oysa bu kimse “a ne’dir?” sorusunun içerisinde taşıdığı tehlikeyi göz ardı etmektedir. “a” bu gramer içerisindeki iki öge tarafından soyut bir figüre dönüştürülerek yalnızca temsili bir dünyaya kapatılma riskiyle yüz yüzedir. Önce ne’lik (whatness) sorusuyla “a”nın farklılaşma eşikleri bir özdeşlik hattına bağlanır ve “–dir”in eklenmesiyle “a” bir şeye dönüştürülür. Elbette bu soru sorma tarzını tümüyle ortadan kaldırmak düşünme alışkanlıklarımız için tehdit edicidir. Ama söz konusu olan bu soru sorma tarzını farklı bir yerden düşünerek, işiterek başka bir eksende yoğunlaşmasını sağlamaktır. Yani bir varlığın ne olduğuna ilişkin merakımızı onun bu oluşunu gölgelemeden geliştirebilmektir. Brett Buchanan, Deleuze’ün Duns Scotus yoluyla gündeme getirdiği bu’luk (haecceity)[7] ya da bu-oluş kavramını ontolojik anlamıyla düşünmeyi dener.   
Deleuze, bu-oluş (haeccetiy) kavramıyla yeniden Scotus’a başvurur. Bu-oluş kavramı Scotus’un “bu şeyin” (haec) bireyselliği ya da tekilliği üstüne düşünmelerinden türer. Herhangi bir şeyin “ne’lik”ine ya da niteliğine (quiddity) karşıt olarak Scotus, bir varlığın tekilliğinin bu-oluş’unu ya da ‘bu-luk’unu işaret etme ihtiyacını ortaya çıkarır. Bu-oluş, bu yüzden bir şeyin özü ya da genelliğine alternatif olarak verili bir bedenin bireyselliğine odaklanmak sonucu meydana gelir. Bu iki tarzı ayırt etmenin bir başka yolu da niteliğin töze gönderme yaparken bu-oluş’un bireyleşme (individuation) tarzlarına ya da töz ya da özneden ayrı etkilere gönderme yaptığını vurgulamaktır.”[8]
Ne’lik sorusu bizi doğrudan doğruya töz ve nitelik arasında bir ayrım yapmaya götürmez mi? Öyleyse şu iki çizginin soykütüğünü ayrıntılarıyla çıkarmak azınlığın sayısal olmayan bir anlamını keşfetmek için gereklidir. Birincisi ne’lik açısından bir ayrım yapmanın ontolojik sonucu töz ve niteliklerden kurulu bir dünya inşa etmektir. Töz ve nitelik şeklinde algılanan bir evren ise özne ve nesnelere bölünmüş, mesafenin koyu rejimlerinde durağanlaşmıştır. İşte bu yüzden düşünmenin nesnelerini bir olay olarak değil de bir şey olarak görme yanılgısının kaynağında radikal bir ne’lik ve öz arayışı yatar. Öyleyse bu tarzda geliştirilen bir soru, ayrımın dışlayıcı bir kullanımını beraberinde getirecektir. Birbirinden ve kendilerinden farklı olduğu söylenen şeyleri bir arada düşünebilmek için kümelere, sınıflara, tür-cins ilişkilerine ve tikel-tümel kategorilere ihtiyaç duyulacaktır. Düşüncedeki binlerce yıllık bir hiyerarşik yapılanışın bir anda özetlenebileceğini iddia etmiyoruz elbette ama bu düşünüş tarzının bir soykütüğünün zincir şeklinde birbirine bağlı bir takım kavramsal hamlelerle kurulu olduğunu düşünüyoruz.”–dır” ekiyle kurulan bir dünyanın ne’lik arayışıyla doğrudan bağlantısını kurmadıkça başka bir düşünüşü mümkün kılmanın güç olacağını söylüyoruz yalnızca. İşte bu yüzden azınlığı hangi bakış açısından düşünmenin onu bir niceliğe indirgeyeceğini gösteren bir kavramsal haritanın şifreleri ne’lik eksenindeki yapıtaşlarıyla örülüdür: Ne’lik, -dır, töz-nitelik, özne-nesne-yüklem, şey, tikel-tümel, dışlayıcı ayrım ölçütü ve elbette o ünlü ontolojik aşkınlık ilkesi. Bu kavramsal repertuarla azınlık basitçe tanımlanabilir. “Azınlık, sayısal olarak daha az olmaktır”(Ne), “siyah tuşlar beyazlara göre daha az sayıdadır, öyleyse onlar azınlıktır” (-dır), “siyah olanlar beyaz olmadıkları için siyahtırlar” (dışlayıcı ayrım), “tuşların bazıları siyahtır” (tikel-tümel), “tuşlar siyah ya da beyazdır” (töz-nitelik), “tuş tuştur, siyah siyahtır…” (totolojik özne-yüklem). Şu anda çalmakta olan Chopin’in Nocturnes’ini çalan piyanonun tuşları değildir; bunlar, tuşların soyutlanmış cansızlaştırılmış imajlarıdır. Ne’lik açısından bu tuşun ne yapabileceğinin ne önemi var ki! Hukuk açısından özne olan hukuksal kişinin var olması ama haksızlığa uğrayan bu insan bireyinin var olmaması gibi…
Bu olmak bir varlığın var olmak bakımından özgünlüğüne gönderme yapar, onu bir bireyleşme süreci ya da farklılaşma hali olarak kavramamızı talep eder. Bir varlığın bu-oluşu, giderek töz ve nitelik kategorisiyle değil sürecin terimleriyle düşünmeyi beraberinde getirecektir. Öyleyse bu elma artık bir aktüel varlık olarak karşımdadır. Kapasitelerini, etkileme ve etkilenme kapasitelerini aktüelleştiren bir varlıktır elma. Burada son derece tehlikeli olan bir yaklaşım da kendisini ele verir. Gerçekliği tek bir boyuta sıkıştırarak, potansiyelin gerçeklikle ilişkisini kopararak var olanı gizil güçlerinden soyutlayan bir mantığa dayanır söz konusu yaklaşım. Sanki dünya olduğu gibi olan her şeyin bir toplamına, hareketsiz bir yığına dönüşmüştür; varlıklar değişim kapasitelerini yitirmiş, olaylar silsilesi devrimci bir kriz yaratma potansiyellerini tüketmiştir. İşte tam bu anda töz ve niteliğe dayalı dizgeyi kıran şey aktüelin dinamik bir çerçevede kavranması olabilir. Şey kavramını geri dönüşü olmayacak bir şekilde olay ile yeniden düşünmemizi gerektiren hat burada yer alır. Piyanonun her bir tuşu olayları ifade eden fiillere dönüşmüştür artık; onlar siyah ya da beyaz bir tuş olmadan önce, hatta birer tuş olmadan önce birer olay olarak farklılaşmanın evreninde kendilerini dışa vururlar. Bu yüzden siyah tuşu beyaz olmadığı için siyah olarak gören ya da tüm tuşları siyahlar ve beyazlar olarak iki gruba ayırıp dışlayıcı bir ayrım ölçütü oluşturan bir temsil mantığına direnen ve olumlayıcı bir çizgide hareket eden bir başka öge gereklidir: Ses.
Bir Karşılaşma
Her ses biriciktir. İki keman virtüözü, Stephane Grappelli ve Yehudi Menuhin 1973 yılında BBC’deki bir televizyon programına davet edilirler. Birlikte “jealousy” adlı jazz parçasını icra ederler. Grappelli kendine özgü tekniğiyle kemanda çığır açmış bir virtüözdür. Gipsy ve klasik cazdan beslenir. Menuhin ise sıra dışı klasik müzik yorumları ve konçertolarıyla tanınır. Grappelli’nin üslubundaki akışkanlık ve Menuhin’in stilindeki hız ve kontrastlar garip bir şekilde yepyeni bir parça ortaya çıkarır. Menuhin daha sonra bu anı şu cümlelerle ifade edecektir: “yalnızca çaldığım her notanın bir olay olduğu hissi! Her notanın bir anlamı vardı…
Her ses bir olaydır ve şeyleştirmenin mantığından kaçan bir çizgiye alan açar. Piyanomuzun tuşları bu olayların aktüelleşme uğraklarıdır. Eğer anlam bir olay meselesiyse aslında bu durum onu oluşturan parçaların her birinin biricik ve farklı olduğunu gösterir. Sıradan olan, ortalama olan bu yüzden üretici bir fonksiyon taşımaz. Her notanın bir anlamı vardır hem çalan hem de dinleyen için, çünkü notalar farklarıyla bir dizi oluşturabilme yolunu sesin bedenindeki gizil güçlerin hareketine katılarak edinirler. Ancak burada ses, farklılaşma düzlemine aşkın bir konumda yer almaz. Ne’lik sorusunun simgelediği bir temsil dünyası aşkın ilkeler devreye sokularak kurulsa da sesin böylesi bir ikiliğe olanak tanımayan bedeni her türlü hiyerarşik bölünmeye karşı durabilir. Ses, müziğin Organsız Bedenidir[9] (Body without Organs) bu yüzden. Bir yoğunluk alanı olarak tüm farklılaşma çizgilerini besler ama onlar tarafından tüketilmeye izin vermez. Yukarıdan aşağıya ya da aşağıdan yukarıya hiçbir organizasyonu içselleştirmez, yatay ya da dikey hiyerarşileri deşifre eder.
Bize göre azınlık sorunu her notanın bir olay ve anlam olması gibi biriciklikle ilişkilidir. Peki, azınlığın sayılarla ilişkisi nedir öyleyse? Her bir sayının farklı olduğunu göz önüne getirirsek azınlığın sayısal olan ama sayılabilir olmayan bir yönünden söz etmek için önümüzde büyük bir engel yok.[10]
Gezi’nen Benlikler
Azınlık asla bir ne’lik sorusu olamaz. Peki, bir kim’lik sorusu olabileceği anlamına mı gelir bu? Aslında felsefenin “nedir?” türünden soruların dogmatik yapısıyla mücadele edebileceği yeni bir hatta ihtiyacı olduğu açıktır. Nietzsche’nin geleceğin felsefecilerine beslediği umut eğer boş bir kuruntudan ibaret değilse bu umudun Deleuze’ün sözünü ettiği düşüncenin devlet eksenli formlarından kesin bir ayrılışla doğrudan bir bağlantısı olmalı.[11] Günümüz felsefesinin acil sorunlarından birisi hakim gramerin söz dağarcığından firar eden düşünce tarzlarını icat etmek ve etkilerini kuvvetlendirmektir bence. Bedenin ve oluşun ortak cephesini açmaktır. Ne de olsa felsefe aynı zamanda bir dans alanıdır; bunun için cephelere ihtiyacı var.
“Öyleyse bir azınlığı belirleyen şey sayı değil sayıya içsel olan ilişkilerdir. Bir azınlık sayıca çok olabilir hatta sonsuz olabilir, bir çoğunluk da öyle. Onları ayıran şey çoğunluk durumunda sayıya içsel ilişkilerin sonlu ya da sonsuz ama her zaman sayılabilir olan bir dizi meydana getirmesi ancak azınlığın birçok öge barındırabilmesine karşın sayılabilir olmayan bir dizi oluşturmasıdır.”[12]
Deleuze ve Guattari sayıya içsel olan ilişkiler derken ilginç bir şey söylemektedir. Sayıya içsel bir ilişki ne anlama gelir peki?[13] Bu durum Pythagoras esini ile 3 sayısı ile 3 elma arasında kurulan ontolojik bir bağ yoluyla farklı bir boyut kazanır: 3 sayısı olmadan 3 elma olabilir mi hiç? Sayı ile varlığın içsel ilişkilerini kurarak düşünce tarihinin en önemli kavramlarından biri olan form’u icat eden Pythagorasçılar için de sayı içkin bir ilkedir. Gerçeklik, ifadesini sayıdan bağımsız bir şekilde bulamıyorsa bunun sebebi onun sayıyla içsel bir ilişkisinin olmasıdır. Böyle bakıldığında “sayı sayıyorum” demek imkânsızdır çünkü bizler sayılarla sayarız onları sayamayız. Yani sayılar bir bakış açısından sayılabilir olmayan çokluklardır.[14] Azınlık heterojen bir yapıda olabileceği ve öyle olduğu için sayılabilir olmayan diziler yaratabilir. Piyanomuzun siyah tuşları, beyaz olmayan sınıfından oldukları için azınlık değildirler; her birisi bir olay olan sesler ve bağlantılar yani sayılamayan ilişkiler kurma potansiyeli taşıdıkları için azınlıktırlar, beyaz tuşlar da öyle. Örneğin siyah tuşlar homojen bir bütünlük olsalardı onları sayardık ve 36 adet olduklarını gördüğümüzde az sayıda olmalarına rağmen gerekli olduklarını söylemekle yetinirdik. Piyano bu yüzden 36 adet siyah 52 adet beyaz tuştan değil, adete indirgenemeyen sesler arasındaki üretici bağlantılardan oluşur.[15]
Bize[16] göre sayılabilir olmayanlar ya da azınlıklar, gezi’nen benliklerdir, saf akışlardır. Kodlamanın ve üst-kodlamanın mekanizmalarından çapraz bağlantılar örerek kaçan ve direnişin yeni bir anlamını icat eden tekilliklerdir. Sabit özneler ve yüklemlerle düşünemeyiz onları çünkü hareketli öznelliklerin heterojen ilişkileriyle kurulurlar. Gezi’nen benlikler özne henüz Özne, nesne de henüz Nesne olmadan önceki akışlarla bağlantılıdır. Kök ve başlangıçlardan ya da sonlar ve ereklerden değil yoğunlaşmanın katsayısından, bedenin etkin duygulanışlarından türetilirler. Onlar siyasal olanı tedirgin eden hayaletlerdir. Kimi hayaletler bedenleşmek, vücut bulmak isterler. Kimi zaman korku onların vücudu olur. Ama hayaletler aynı zamanda ele avuca sığmayan, beden ile zihin arasındaki arafı mesken tutan varlıklardır. İnsan imgeleminde hayalet ne bir melek gibi elçi olarak kutsalın ne de bir cin gibi kötülüğün aşkın yapısından kaynaklanır. Hayal, onların, birer yanılsama olarak, ulaşılamayan üst bir evrenden değil rüyadan, imgelemden geldiklerini gösterir. Spinoza’nın hayaletleri bugünün siyasal alanında hayal gücünü eyleme çağıran etkiler değil mi aslında? Gezi’nen benlikler, insanı her şeyin böyle olduğu ve zaten olması gerektiğine ikna eden bir algıya kapatan hakikat politikasına karşı başka türlü olmakta olanın, öngörülemez olanın, kodlanamaz olanın, sayılabilir olmayanın gerçek olduğuna ısrar eden tekilliklerdir. Onlar uzaktan sineğe benzeyenler ya da masalsı olanlardır, ama yakından neye benzeyecekleri bilinemeyenlerdir. Masalın nerede biteceği –bitip bitmeyeceği- asla önceden kestirilemez. Coğrafya bir anlığına baskın referans noktalarından tanımlanamadığında, tarih resmi anlatıların ve olguların değil, çokluk’un öyküsüne dönüştüğünde gezi’nen benliklerin ele avuca gelmez doğası daha da görünür hale gelir.
Gezi’nen benlikler düalist ayrım stratejisini yerle bir eden varlıklardır. Bu yüzden sınırı kuran egemen mantığa güçlü bir itirazın yollarını aramak onların izlerini takip etmekle eş anlamlıdır. Normal ile anormali belirleyen geleneksel yaklaşım, baskın bir öğenin (normal) kendisini kurmak için temel bir öteki (anormal) biçimlendirme süreciyle meydana geliyorsa gezinen benliklerin stratejisi öncelikle bir deşifrasyon olmalıdır. Sokaklara, evlerin içlerine, bilinçlere bir terörizm söylemi yoluyla dehşet saçan egemenlik stratejisini, üzerinde yükseldiği alanlarda yakalar. Terörizme en çok ona karşı mücadele edenlerin ihtiyaç duyduğunu beyan eder; kitlelerin terörizm söylemiyle terörize edildiklerini, militarist bir kampanyaya tabi kılındıklarını açığa çıkarır. Gündelik hayatlarda üretilen korkunun diyalektik oyununu bozmanın bir yolu, yaşamlarımıza içkin gezi’nen benlikleri harekete geçirmek olabilir. 
Gezi’nen benlikleri bir şeye ya da yere ait kılmak mümkün değildir. Onlar mülkiyetin iki parçalı mantığına direnirler. Hem sahip olma hem de ait olma ekseni, anonim bir akış tarafından aşındırılmaya yüz tutar. Ancak, gezi’nen benlikleri asimile ederek, onların stratejilerine yerleşerek şimdinin en ciddi meselelerinden birisini meydana getiren bir akış daha var: Para. Sanırım paranın mekân ve zaman üzerinde hiç sahip olmadığı kadar bağımsızlığının olduğu şu günler, gitgide sanal bir alanda belirsizleşen ve belirsizleştikçe egemenliğini perçinleyen bir kurguya tanıklık ediyor. Söz konusu kurgu paranın tahakkümüdür. Bir zamanlar evrensel değişim değeri olarak tanımlanan para, bugün kendisi değerin kaynağı haline gelerek hayatlar üzerindeki tahakkümün yoğunlaşmasına sebep olmaktadır. Onun akışını kesebilecek güç yine içerisinden çıkmaktadır. Paradan daha değerli bir şey bulmak değildir mesele, değerin başka bir kaynağını ya da değerin değersizliğini gündeme getirmektir. Para, hızdır ancak gezi’nen benlikler yoğunluktur. Her şeyi kendisine dönüştürebileceğini düşünen Para’nın sistemi bugün ölçülemeyen, sayılamayan azınlıkların yarattığı krizlerle sarsılıyor. Borç, sermayenin varlığındaki bir çatlağa işaret ediyor; çünkü borcu erteleme refleksiyle hayatta kalma stratejisi artık çökmüş durumda. Borç ödenemeyecek kadar çok. Öyle ki dünyadaki borcu karşılayabilmek için tüm varlıkları Para’yla değiş tokuş etmek bile bir işe yaramayacak durumda.[17]
Eğer azınlık ve çoğunluğun niceliksel olmayan bir anlamını araştırıyorsak yapılması gereken azınlığı belirleyen yeni bir ölçüt bulmak değil onu sınıflandırmaya çalışan hakim mantığı alt üst eden paradokslardan bir problem ekseni oluşturmaktır. Bence azınlık bir yurt sorunudur. Dilde, toprakta, bellekte yurtlar kurmaktan söz etmiyoruz yalnızca, bu yurtların ancak kendi dışarılarından gelen bağlantılar yoluyla, hareketli öznellikler şeklinde örgütlendiği bir yersiz-yurtsuzlaşma (deterritorialization) vektörüyle oluşabileceğinden söz ediyoruz. Terimin Deleuze ve Guattari’deki anlamıyla yersiz-yurtsuzlaşmanın çoklukla ya da daha doğrusu sayılabilir olmayan çoklukla[18] bağlantısı oldukça kuvvetli görünüyor. Hakim işaretleri, sembolleri kırarak mekânın yeni bir anlamını keşfetmek gezi’nen benliklerin en temel problemlerinden birisidir bugün.
Peki ya çoğunluk? O da yalnızca sayıca çok olmaktan mı ibaret? Azınlığı normal ile anormalin oyunundan kaçan bir aykırılık, sayıyla içsel ilişkiler kuran ama sayılamayan bir çokluk ve ne’lik sorusuna değil de oluş sorununa verilen bir yanıt olarak gündeme getirmek çoğunluğa ilişkin geleneksel kurgunun ötesindeki bir kavrayışı da mümkün kılacaktır. Deleuze ve Guattari erkeğin çoğunluğuna mizahi bir dille dikkat çekerler. 
Çoğunluk, standart bir ölçü olarak işleyen ifadenin ya da içeriğin bir değişmezine işaret eder- ki bu ölçü yoluyla ona değer biçilir. Bu değişmez ya da standardın ortalama yetişkin-beyaz-heteroseksüel-Avrupalı-erkek-standart bir dili konuşan olduğunu varsayalım (Joyce ya da Ezra Pound’un Ulysses’i). Açıktır ki “erkek “ (“man”) sivrisineklerden, çocuklardan, kadınlardan, siyahlardan, köylülerden, eşcinsellerden sayıca daha az olsa bile çoğunluğu elinde tutar.[19]
Erkek sayıca az olsa da çoğunluktur, peki neden? Çünkü çoğunluk olmak merkezde yer almak, egemenlik ölçütünü elinde bulundurmaktır. Zaten çoğunluk, onu azınlıktan ayıran şeyin, ayırıcı ölçütün referans noktasında yer alır. Sağduyu çoğunluktur, erkek çoğunluktur; Türk, beyaz, heteroseksüel çoğunluktur. Buradaki asıl sorun çoğunluğun kendisini homojen ve saf bir yapıda kurgulamasıdır. Sanki saf bir heteroseksüellik varmışçasına, sanki cinsiyetlerin saf kodları ve kategorileri varmışçasına. Çoğunluk gerçekleşmesi mümkün olmayan homojen bir yapı adına düşman bir Öteki yaratma çabasına girdiğinde asıl hedefi, içerisindeki aykırı öğeleri topyekün bir mantık adına asimile etmektir. Bir ulus kurma projeleri asla halkların kendi kararlarını tayin haklarını kuşatamaz. Çoğunluğu karakterize eden şey tekleştirici bir ölçüte sahip olmasıdır. Bu yüzden Türk kendisini Türk olarak tanıyabilmek için diğer tüm halkları öncelikle Türk olmayan olarak tanımaya mahkûm edilir. Halkların Kürt veya Arap olmaları çoğunluğun bakış açısından Türk olmamaları tarafından gölgede bırakılır. Bir halkın dilini ve kültürünü kabul, onay ya da tanıma sorununa indirgeyen paranoyak mantık çoğunluğun bireyleri için de büyük tehlikeler taşır. Söz konusu sorun, bir tanıma sorunu olmadan önce varlık ve hayat sorunudur.
Öteki ise Ben, Sen ve O’nun mesafe rejiminin sınırlarının çok daha uzağına atılan bir sürgündür. Olanaklı bir Öteki’yi Ben’in tasarımlarına indirgeyen sistemlerin ayrıntılarıyla dolup taşan düşünce tarihinin kıyılarında hala kazılmayı bekleyen onlarca tabaka olmalı. Öteki bir sürgün ama bir tutsak değil. Ben’i bir hapishane olarak kurgulayan dışlayıcı anlayışların tahayyülü onu bir dost olarak göremeyecek kadar kölece ideolojilere bağımlı.
Peki ya insan? Asıl çoğunluk o değil mi? Hayvanı kendi idrakında temel ötekisi olarak gören insan, Tanrı’dan sonraki en büyük kurgu olduğu gerçeğiyle yüzleştiğinde başka bir algının kapılarını aralayabilecek mi?   
Bazen
İlgi çekici bir yaygınlıkta kullanılır hale gelen bir ifade var: “Yapacak bir şey yok”. Sinizmin garip tezahürlerinden bir mi yalnızca? Yoksa bu ifadeyi bir varoluş tarzına gönderme yapmak üzere okumak çok mu abartılı ya da zorlama bir yorum olur? Bence bu ifade kendisini gündelik hayatta sürekli olarak üreten bir neden-sonuç zincirinin ürünü. “X oldu ve yapacak bir şey yok”. Bu hızlı ve duyarsız geçiş çok tüyler ürpertici değil mi? Neyse ki şu sıralar daha az duymakta olduğumuz bu ifadenin birçok benzeri var. Peki, sözünü ettiğim neden-sonuç zincirinin aşınmakta olduğunu söylemek basit bir iyimserlik olmaktan daha öte bir anlam taşımıyor mu? Evet, ister modern isterse postmodern olarak adlandırılsın bizler katı bir neden-sonuç zincirine gömülü gündelik hayatları deneyimliyoruz. Hiçbir zaman yapacak bir şey olmadığına inanmanın altında zamana ilişkin garip bir yanılsama yatıyor. Her zaman karşısında bazen olanın bakış açısı ise zamanda gezi’nen bir benliği imliyor. Bazen olan bir örnek yapılanmalarda bir kısadevre imkânıdır. Her zaman bir tür soyutlamadır, o arzulanandır ama eksik olduğu için ve sahip olunamayan şey olduğu için arzulanandır. Onun açısından evrendeki farkları görmek mümkün değildir. Karşıtı Hiçbir zaman da her zaman gibi topyekün bir varlıktır. Onların korkunç ittifakı yaşamı berbat etmeye yeter. Oysa bazen tarihin dinamik formudur; o, arzulamanın zamansal itkisini taşır, çoğunluğun tahakkümünden bir kaçış için olaylarla, sıradan bir akışa katlanamayan ve krizler barındıran olaylarla kurulu bir evrene işaret eder. Bazen, sayılabilir ya da ölçülebilir olmayandır; her zaman ve hiçbir zamanın tahakkümcü zamansal kipine karşın sıradan ve ortalama olmayanı, makul olmayanı olumlar.
Gelmekte Olan Halk
Nietzsche’nin en ilginç ifadelerinden birisi olan kurbağa perspektifi yaşamda üretici olmayan ve aşağıdan bakanın konumunu ifade eder. Kurbağa perspektifine yerleşen biri sürekli olarak kendisini aşan hakikatler varmışçasına davranır. Hakikatleri üreten şey tek başına bu bakış olmasa da onları aşkınlaştıran şeyin bu sürekli alttan bakışla bir alakası var. Değerlerin hep yukarıdaki bir kutsal kaynaktan türediğine inanmak zorundadır böyle bakan biri. Aslında bu perspektife çivilenmiş olmak bir varoluş tarzını benimsemiş olmak anlamına gelir. Nasıl bir varoluştur bu peki? Daniel Smith, Deleuze’ün Nietzsche ve Spinoza üzerinden takip ettiği içkin etiğin bir “dramatizasyon” yöntemiyle kendisini ifade ettiğini gösterirken etiğin görevinin yargılayıcı modellerden uzaklaşarak yaşamın yoğunlaşmasına ve bedenlerin saf dışavurumlarına odaklanmak olduğunu söyler. Elbette buradaki “dramatizasyon” kavramıyla hedeflenen bir yöntemden çok daha fazlasıdır. Söz konusu olan bir önermeyi dile getiren özneyi ait olduğu güç kapasitesiyle ilişkilendirmektir. Varoluş tarzlarının sahnesinde, konuşanın özneler değil fiiller olduğu yerdeyizdir artık. Dramatizasyon temelde bir sahneye koyma pratiğidir.[20] “Sen kötüsün öyleyse ben iyiyim” diyen birisi bu ifadesiyle hangi varoluş tarzına, gücün hangi katmanlarına aittir? İşte kurbağa perspektifini anlamanın bir yolu da dramatizasyonun gücüne başvurmaktır. Güç bakımından reaktif bir alanda ifadesini bulacaktır bu perspektife yerleşen biri. İyi olmanın yolunu bir kötü üzerinden tanımlayan köle ideolojisi gibi o da kendi sınırlarına giden yaratıcı bir varoluş üretemeyecektir. Eğer önermeler ile varoluş tarzları arasında ve perspektiflerle güç ilişkileri arasında doğrudan bir bağlantı varsa “x oldu ve yapacak bir şey yok!” demenin güçlerin sahnesinde nerede konumlanacağı açıktır. O, aktif güçlerin değerler üreten ve yaşamı olumlayan çizgilerinden kopmuş, reaktif bir arzu yapısına mahkûm olmuştur. Varolanı muhafaza etmek, bu şekilde devam etmesi için yaşamdan vazgeçmek onu karakterize etmeye başlayacaktır. Aşağıdan bakmak, Dionysosçu güçleri boyunduruk altına almak için bir stratejidir aslında. Ortalama, sıradan ve normal olana yaslanmaktır; çoğunluk egemen olsa da aşağıdan bakandır bu yüzden. İşte çoğunluk sorusuna verilebilecek bir yanıt da budur. Ancak azınlığın yukarıdan bakan olduğunu söylemek doğru değildir. Aşağıdan ve yukarıdan bakmak perspektifte kritik bir değişim getirmeyebilir. Azınlığa özgü olan şey aşağı ve yukarı ilişkisine indirgenemeyen bir bakış açısı üretmektir. O halde azınlık çapraz bakar. Çoğunluk şeffaf olmayan bir çokluğu net görmek ister, miyop ya da hipermetroptur. Azınlık ise güçlerin sahnesindeki flu ortamı bir astigmat olarak deneyimler. Baktığınız şey bulanık ve belirsiz ise bakmanın kendisinin de öyle olması gerektiğini gösterir. Oysa kodlamak isteyen, tahakküm kurmak isteyen çoğunluğun yaklaşımı bakılan şeyi hijyenik bir şey olarak ve bakmanın kendisini pornografik bir şey olarak belirler. Hijyenik olanla pornografik olanın ittifakı günümüzde mikro-faşizm alanlarında sürmektedir. Artık sorun, azınlığın bakışında vücut bulan ve onu farklılaştıran bir öğeyi anlamaya çalışmakla ilgilidir: Azınlıkların gücü.
Azınlık kendi gücünden koparılamayan bir çokluktur. Yani, fiilinden ayrılamayan bir varoluş tarzıdır. Reaktif güçlerin temel stratejisi ise bir varlığı yapabileceklerinden kopararak suçlanabilecek, yargılanabilecek bir özne yaratmalarıdır. Deleuze, Nietzsche and Philosophy’de “hıncın (ressentiment) paralojiziminin” temellerinin bir kurguya bağlı olduğunu yazar.[21] Bu kurgu, köle ideolojisinin en önemli özelliklerinden birisini ele verir. Reaktif güçlerin[22] tarihsel zaferi bu kurgunun gelişimine dayanır. İşte bu yüzden filleri keserek, tıkayarak ya da yok ederek bir varlığı gücünden koparmaya ve soyutlamaya dayalı bu kurgu yaşamı kötürüm eden değerlerin de kaynağındadır. Çoğunluğu belirleyen bir şey de bu yüzden gücün en asgari anlamını yani tahakkümü benimsemiş olmasından türetilir. O, sabit ve değişmez olandan, kendi içerisindeki bir saflık arayışından, korumaya ve kontrole dayalı bir varoluş tarzından yanadır. Fiillerden kurulu bir dünyaya tahammül edememesinin asıl sebebi kendi varlığında onları boğmuş ve tüketmiş olmasıdır. Oysa azınlık, kendi gücüdür. Fiillerinden koparılmış bir varoluş onun için imkânsızdır. Spinoza’nın conatus’la ve Nietzsche’nin güç-istenciyle ortaya koydukları içkin etik çizgi, varlığı oluş ve güç ekseninde anlama uğraşında yoğunlaşır. Deleuze için azınlığın gücü sayılabilir olmayan karakterinden türer.
“Azınlığa özgü olan şey sayılabilir olmayanın gücünü, bu azınlık yalnızca bir kişiden oluşsa bile, ortaya koymaktır.[23]
Güç, tümüyle devredilemez; sayıyla ilişkidir ama sayılamayandır. Hobbes’un büyük hatası buradadır yani gücü, sahiplik mantığına indirgemektedir. O, Leviathan’ı üretenin insanlar olduğunu söylerken egemenlik teorisinin en önemli yönlerinden birisini bulgular ama insanların bir kez güçlerinden feragat ederek yarattıkları Leviathan’dan, zulüm görseler bile şikâyet etmelerinin bir çelişki olduğunu düşünür. Çünkü bu durumda kendi kendilerinden şikâyet etmiş olacaklardır diye düşünür. Gücünü ölümlü tanrı Leviathan’a bir kez bırakan birisi için artık onu geri istemek mümkün değildir. Bu bakış açısının kaynağında Hobbes’un son derece mekanik ilişkilerle kurguladığı bir ontoloji vardır. Varlık ile gücünü birbirinden ayrılamaz bir şekilde düşünmenin yolları daha gerçekliğin belirleniminde tüketilmiştir. Eğer yalnızca dışsal ilişkilerin egemen olduğu pasif bir madde anlayışıyla düşünmeye başlarsak varacağımız yer burasıdır. Ontolojiyle politika arasındaki bu paralelliğe şaşırmak artık mümkün mü? Oysa Spinoza düşüncesi her varlığın varolma direnci ve gücüyle belirlendiği bir örgütlenişe sahip. Tek tek varlıklar, aralarındaki herhangi bir düalist ayrıma yer bırakmaksızın kendilerini dışavurma, ifade etme gücüyle tanımlanabilirler. Artık duyguların, duygulanışların ontolojik yapısının doğrudan doğruya pratik ve politik bir alana karşılık geldiği gerçeğiyle karşılaşırız. Bir varlık eğer kendi gücünden koparılırsa artık onun var olduğunu düşünmek için bir sebep kalmaz elimizde. Kendi farklılaşma kapasitelerini sürekli güncelleyen varlıkların dünyası ne soyut temsillerin ne de dışsal mekanik ilişkilerin dünyasına indirgenemez. Antonio Negri bir yazısında Spinoza düşüncesinde mutlak olanın işleyişini belirlerken, gücün devredilemez karakterini multitudo ekseninde vurgular.[24] Negri’ye göre Spinoza’yı Tractatus Politicus’ta dönemin popüler teması sözleşme temasından bir kopuşa götürerek tamamlanamayan demokrasi bölümüne ilişkin ipuçları veren bir kavram vardır. Bu kavram multitudo’dur. Multitudo, bu açıdan gücün mutlak olarak devrini imkânsız haline getiren bir tekilliktir. Rousseau’nun genel iradesine boyun eğmeyen çokluktur o. Gücü bir üst varlıkta Tanrıda, Leviathan’da ya da Genel İrade’de aşkınlaştıran böylelikle hukukun kaynaklarını bir hak devrinde, feragatte bulan bir siyaset teorisine aykırıdır. İşte bu yüzden azınlığın gücü sorusu devredilemez olmakla doğrudan bağlantılı bir diğer özelliği açığa çıkarıyor. Azınlıkların gücü temsil mekanizmalarına indirgenemez. Devredilemez olduğu, varlığına fiil olarak bağlı olduğu için azınlığın gücü herhangi bir aşkın yapıyla temsil edilemez. Temsil eden ve temsil edilen arasındaki bölünme ve düalist ayrım azınlığa tümüyle yabancıdır. Temsil edilmek bir azınlığın kendi gücünü sahneye koyma pratiği açısından gerçek bir hayal kırıklığıdır; çünkü azınlık temsil edildiğinde çoğunluğun tahakküm rejimi için bir müdahale alanı açılır. Ancak temsil edilmek azınlığın gücünü, onu asimile etmeksizin ele geçiremez. Deleuze ve Guattari azınlığın sayısı az ya da çok olsun temel dışavurumunun Nietzscheci aktif güçlerle paralelliğini bulgularlar.[25] Azınlık aktif bir güç ilişkisi içerisinde kendi sınırlarına doğru giden, yapabilecekleri ile üretici bir bağlantı arayışındaki gezi’nen benliklerden oluşur. Oysa temsilin klasik yapısı içerisinde dışavurumun yıkıcı ve yaratıcı hatları homojen bir siyasal alanda tüketilmeye çalışılır. Sanki siyasal alanı belirleyen ifade tarzlarının tek ve vazgeçilmez biçimiymişçesine temsil mekanizmasının klasik ya da modern türlerine bir alternatifin mümkün olmadığını savunan yaklaşım radikal bir temsil eleştirisinin gelişimini de tıkamaktadır. Bugün kimse temsil yoluyla kendi gücünün sahneye konulacağına inanmıyor. Gezi’nen benlikler yeni bir ifade tarzı arıyor, azınlıklar kendilerinin yeni bir anlamının izini sürüyor.
Gücü devredilmez olan, temsil edilemeyen azınlık bir oluş sürecine işaret eder. O, aktüel bir varlıktır ve Whitehead’in süreç ilkesiyle anlaşılabilir, yani onun varlığı, oluşu yoluyla kurulur. Gelmekte olan bir halk, gerçek bir azınlıktır. Olmakta oluşuyla henüz kodlanmamış saf bir akıştır. Aşağıdan ya da yukarıdan gelen hiçbir hiyerarşiye tabi değildir. Italo Calvino’nun Görünmez Kentler’de bahsettiği düş kentlerinden birinde yaşarlar.
“Her kent, Laudomia gibi, yanı başında, sakinlerinin adı kendi adlarıyla aynı olan bir kent daha yaşatır: ölülerin Laudomia’sı bu, mezarlık. Ama Laudomia’yı bütün diğer kentlerden farklı kılan özellik üçüz olması onun, henüz doğmamışlara ait üçüncü bir Laudomia’yı içermesi.”[26]
Gelmekte olan bir halka seslenmek, onun etkileriyle burada olduğunu fark etmek, ona açık olmak. Bir bedenin neler yapabileceğini hala bilmediğimiz gibi henüz doğmamış olanlara kentlerimizde, duygularımızda yer açmanın bir yolunu da bilmiyoruz. Onlar yalnızca geçmiş, şimdi, gelecek şeklindeki çizgisel zamanın bir ucunda değiller. Gelmekte olanlar, sürekli bir hareket halindeki gezi’nen benliklerdir. Olmakta oluş içerisinde başka yoğunlukları deneyimlemektedirler. Onlar, fiildirler; güçleri varlıklarına yapışıktır. Ne zaman vücut bulacakları bilinmeyen davetsiz misafirlerdir.
Final
Artık bir önemi yok mu yoksa kaç kişi olduğunuzun sayılabilir olmayan çoklukların sahnesinde? Bu soruya vereceğimiz yanıt bence yeni bir siyasal alanın kurulmakta olduğu bu günler için yaşamsal bir çizgiye esin verebilir.
Bugünün siyasal alanında kendisini en etkili biçimde hissettiren gerçek, gücün yeni bir imgesinin doğmakta olduğudur. Niceliksel ve sahip olmaya dayalı güç kavramından uzaklaştıkça gücün olumlayıcı ve yaratıcı anlamlarını keşfetmek için daha şanslı olacağız.
İktidar ilişkileri için tehlikeli olan, az ya da çok sayıda olan ama sayılamayan azınlıklardır.
Gelmekte olanların artık bir şeyin Ne’liğiyle ya da Kim’liğiyle ilgilenmeyeceklerini ama bir olay’ın olmakta oluşuyla uğraşacaklarını düşünelim bir an. Geleceğin düşünürleri için “bu da ne?” demek değil de “İşte bu!” demek daha ilginç olmalı. 
Gezi’nen benlikler, etkilerini düşünce ve duygularımızda hissettiğimiz ve tepkiler verdiğimiz varoluş yoğunluklarıdır.
Piyano tuşlu bir çalgıdır ama yalnızca tuşlarla çalındığı için mi? Bir perküsyoncu onu vurmalı bir çalgı olarak çalmayı denemiş olmalıdır. Hatta şöyle söylenebilir: Piyano kendisi için bir tuşlu çalgıdan çok daha fazlasıdır.
Ya siyah ya da beyaz mı? Bazen piyanonun tuşları kırmızıdır bazen mor; çocuk masal henüz bitmeden uykuya daldığında, Alice çoktan tavşan deliğine girmiş olduğunda…
Not: Bu yazı daha önce Kampfplatz dergisinde yayımlanmıştır.




[1] Nexus kavramını aktüel varlıkların bir aradalığı anlamında, kavramın Whitehead felsefesinde aldığı önemli rolü göz önünde bulundurarak kullanırsak tekilin deneyimi bağlamında ağ biçimli bir kompozisyonla karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkar. Nexus’un bir tarifi için Whitehead, Process and Reality, edited by David Ray Griffin and Donald W. Sherburne, New York and London: The Free Press, 1979, s. 20.
[2] Foucault, The Order of Things, An Archaeology of the Human Sciences, ed. R.D.Laing, New York: Vintage Books, 1973, XV.

[3] Smith, “The Place of Ethics in Deleuze’s Philosophy: Three Questions of Immanence” Deleuze and Guattari, New Mappings in Politics, Philosophy and Culture içinde ed.  E. Kauffman&J. K. Heller, Minneapolis: The University of Minnesota Press, 1998, s. 259-60.
4 Deleuze, The Logic of Sense, trans. Mark Lester with Charles Stivale, New York: Columbia University Press, 1990, s. 135.
[4] Deleuze, Nietzsche and Philosophy, trans. Hugh Tomlinson, London: Continuum, 1992, s. 119.

[5] Spinoza’nın bu ifadesi Todd May’in Deleuze: An Introduction adlı çalışmasının da gündemindedir. Bkz. May, Gilles Deleuze: An Introduction, New York: Cambridge University Press, 2005, s. 3.
[6] Alfred North Whitehead’in organizma felsefesi Ne’ye verilen ayrıcalığı silen bir süreç ilkesi geliştirdiğinde felsefe için yepyeni bir düşünüşün kapılarını da aralıyordu: “Bir aktüel varlığın nasıl oluştuğu onun ne olduğunu belirler; bu yüzden bir aktüel varlığın iki tanımı birbirinden bağımsız değildir. Onun ‘varlığı’, ‘oluşu’ yoluyla kurulur. Bu, süreç ilkesidir.” Bkz. Whitehead, Process and Reality, s. 23.
[7] Deleuze ve Guattari düşüncenin hiyerarşik olmayan bir imgesi olarak gördükleri rizomun kompozisyonunu bu’luk kavramıyla doğrudan doğruya ilişkilendirirler: “Bu-oluşun ne başlangıcı ne de sonu, ne kökeni ne de varış noktası vardır. O her zaman ortadadır (middle, milieu). Noktalardan değil çizgilerden oluşur. O bir rizomdur.” Bkz. Deleuze&Guattari, A Thousand Plateaus, trans. Brian Massumi, London: The Athlone Press, 1988: s. 263.
[8] Buchanan, Onto-Ethologies, The Animal Environment of Uexküll, Heidegger, Merleau-Ponty, and Deleuze, New York: Suny Press, 2008, s. 183-84.

[9] Organsız Beden, saf imajsız bedendir. Deleuze ve Guattari bu ifadeyi Artaud’dan ödünç alarak psikanaliz eleştirilerinin can alıcı çizgisine yerleştirirler. Organsız beden temelde organlarla değil, organizmanın hiyerarşik yapısıyla mücadele halindedir. Organizma, hücreden dokuya dokudan organa ve organizmaya doğru lineer ve dikey bir çizgi izler. Organsız beden ise bir ilke etrafında organize edilmeye, kodlanmaya ve fonksiyonlara bölünmeye direnir. Kaotik ve anarşik bir bedendir o. Öte yandan Deleuze ve Guattari, Organsız Beden’i arzunun psişik bastırmadan kurtulmasını sağlayan bir aygıt olarak toplumsalı kendinde kaydeden bir yüzey olarak düşünürler. Organsız Beden bu yüzden içkinlik düzlemiyle anlaşılabilir, yani hem ögelerin bireyleşmelerinin koşullarını içsel yoğunlaşma eşiklerinde yakaladıkları hem de dışarı’yla aşkın olmayan bir bağlantının gerçekliğinde ısrar ettikleri bir düzlemle. Bu açıdan Organsız Beden açısından düalist ayrımlar geçersizdir. Ürün ile üreten arasındaki bölünme yoğunlaşmanın düzleminde kendisine bir yer bulamaz. Biz Organsız Beden ifadesini kullanarak, Ses’in hiyerarşik bölünmelere izin vermediğini ve notalardaki bireyleşmenin içkinlik düzlemi olduğunu ifade ediyoruz. Organsız Beden’in içkinlik düzlemiyle ilişkisi için bkz. Deleuze&Guattari, A Thousand Plateaus, s.506. Arzulayan-makineler ve Organsız Beden arasındaki ilişki için bkz. Deleuze&Guattari, Anti-Oedipus, trans. Robert Hurley, Mark Seem, Helene R. Lane, The Athlone Press, London, 1994, s. 9.
[10] Ana akım medya da ve birçok diğer yayın organında insan ölümlerini duyurma biçimi sayıların tehlikeli bir kullanımına işaret eder. “ trafik kazası: 7 ölü, 35 yaralı”. Ölümün ölü bedenler üzerinden sayılabilir olduğu bir anlayışın temel derdi yaşam hakkındaki kuşatıcı bir biyo-iktidarın şifrelerine bağlı olmasın! Yaralıların sayısal çoğunluğuna karşın ölülerin mutlak çoğunluğu karşısında ürpermemek mümkün mü?
[11] Deleuze hem Logic of Sense’de hem de Guattari’yle birlikte yazdıkları A Thousand Plateaus’da düşüncenin devletçi olmayan bir imgesinin arayışı içerisindedir. A Thousand Plateaus’da savaş makinesi ve göçebebilim tartışmasının ikinci problemi bu soruyla açılır. “ Problem II: Düşünceyi Devlet modelinden kurtarmanın bir yolu var mı?” Bkz. Deleuze&Guattari, A Thousand Plateaus, s. 374).
[12] Deleuze&Guattari,  A Thousand Plateaus, 470.
[13] Deleuze ve Guattari A Thousand Plateaus’un (Bin Yayla) Treatise on Nomadology- The War Machine (Göçebebilim Üstüne İnceleme- Savaş Makinası) adlı yaylasında göçebe varoluşun sayısal ögelerle zorunlu bağlantıları olduğunu düşünürler. Öyle ki devlet, ordularını sayısal bir düzene göre organize etme pratiğini dahi devlet aygıtlarına dışsal olan ve bir direniş alanı kuran savaş makinasının sayısal doğasından alır. Devletin kapma aygıtları kendi dışarısına kaçan tüm göçebe varoluşları içselleştirmeye dayalı bir strateji izlerken sayıyla içsel ilişkileri olan yersiz-yurtsuzlaşma güçlerini de yukarıdan kodlamaya çalışmaktadır. Bkz. Deleuze&Guattari, A Thousand Plateaus, s. 387-88-89-90)
[14] Heidegger’in zamansal ilişkiler bağlamında sayılar hakkında söyledikleri ilginç bir tartışma alanı oluşturur: “Önce ve sonra zorunlu olarak erken ve geç değillerdir, zamansallığın tarzları değillerdir. Aritmetik dizide örneğin, 3, 4’den öncedir ve 8, 7’den sonradır. Ancak 3, 4’den erken değildir bu açıdan. Sayılar erken ya da geç değildir, çünkü onlar asla zaman içerisinde değildirler.” Bkz. Heidegger, The Concept of Time, trans. William McNeil, London: Blackwell Publishing, 1991, 13 E.
[15] Söz konusu üretici bağlantıların ses dizilerinin sayısal karakteriyle ilişkileri de göz önünde bulundurulmalıdır. Tüm sesleri kat eden bir kromatik dizi kök ve referans noktalarını sürekli dönüştürerek farklılaşmanın dışlayıcı olmayan müzikal bir pratiğini meydana getirir.
[16] Bir süredir bu metnin içerisinde bir hayalet gibi gezinen biz ifadesi de nereden çıktı! Ben sayısal olarak bizden azdır; peki bu onun azınlık olduğunu gösterir mi? Ben kavramıyla gösterilen kendi üzerindeki otoritesiyle meşhur bir Ego ise bu onun yalnızca ezici bir çoğunluk olduğu anlamına gelir. Eğer biz kavramıyla ifade edilen, bir norma göre kapalı bir organizasyon üreten bir topluluk değil de etkilerin bir alaşımıysa biz’in azınlık olduğu söylenebilir. Çünkü bu durumda o anonim bir alana dönüşmekte kendisi ya da diğerleri üzerindeki egemenliğiyle tanınan bir Ego’nun oluşumuna müsaade etmemektedir. Biz, anonim bir doğaya sahipse bizim gezi’nen benlik dediğimiz varlık bir ifadesini de onda bulur.
[17] Para’nın sayıyla ilişkisini bir an göz önüne aldığımızda garip bir şeyle karşılaşırız. O, sayılabilir olmayan azınlıkların tam zıttı bir hatta ilerlemektedir. Her şeyi sayılabilir ve ölçülebilir kılmak, her şeyi paraya çevrilebilir kılmak onun temel hedefidir. Bu açıdan bir yere kadar sayıyla içsel ilişkiler kuran para kendi evrimini sayıya dönüşerek sürdürmektedir.
[18] Bir ve Çok ilişkisi sayılabilir varlıklara gönderme yaparken azınlık ve çoğunluğun standart kullanımını meşrulaştıran bir mantığı da meydana getirir. Çok’un Bir’de eritilebilmesinin koşulu homojen bir yapının merkezi gücünün diyalektik düşüncede hala hüküm sürmesidir. Çokluk ise Bir ve Çok diyalektiğine girmeyen bir başka varoluş tarzını gündeme getirir. Deleuze, çokluk’un bu tarzdaki diyalektikten bir kaçışa işaret etiğini düşünür: “Çokluk kavramının çok önemli bir tarafı da, Bir ve Çok teorisinden ayrıldığı yerdir. Çokluk kavramı bizi Bir ve Çok’ terimleri içinde düşünmekten kurtarır” Bkz. Deleuze, Bergsonism, trans. Hugh Tomlinson and Barbara Habberiam, London: Continuum, 1991, s. 43.
[19] Deleuze ve Guattari,  A Thousand Plateaus, s. 105.
[20] Smith, D. 1999, The Place of Ethics in Deleuze’s Philosophy: Three Questions of Immanence, s. 253-54.
[21] Deleuze, Nietzsche and Philosophy, s. 123.
[22] Reaktif güçler bir eylemi sınırlayarak bir eylemle karşıtlık kurarak, eylemin bir kopyasını, imajını üreterek aktif güçlerle zıtlık oluştururlar. Bu yüzden reaktif güçlerin olumlayıcı güçler karşısındaki stratejisi fiili parçalayarak suçlamanın, vicdanın ve tahakkümün öznesini meydana getirmeye dayalıdır. Hınç, vicdan ve çilecilik reaktif güçlerin stratejisinin üç varoluş tarzını oluşturur. O halde reaktif olan pasiften farklıdır. Deleuze bu ayrımı incelikle çizer. “Nietzsche’de pasif, aktif olmayan anlamına gelmez, aktif olmayan reaktif demektir; pasifse eylemsiz olan anlamına gelir” Bkz. Deleuze, Nietzsche and Philosophy, s. 112.

[23] Deleuze&Guattari, A Thousand Plateaus, s. 470.
[24] Negri, Reliqua Desiderantur: Son Dönem Spinoza’daki Demokrasi Kavramının Tanımlanışı Üzerine Bir Tahmin, Aykırı Spinoza içinde, çev. Nurfer Çelebioğlu, Eylem Canaslan, İstanbul: Otonom Yayınları, 2011, s. 57-63.
[25] Deleuze&Guattari, A Thousand Plateaus, s. 471.
[26] Calvino, Görünmez Kentler, çev. Işıl Saatçioğlu, İstanbul:YKY, 2012, s.181.


Suruç’a Ağıt

Temmuzun yirmisinde kabristanlar dipdiri genç ölülerin cesetleriyle dağlanmış bir ülkenin ovaları görmek konuşmak düşünmek söylemek yasa...