Intro
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil
Cemal Süreya
Piyano
tuşlu bir çalgıdır. Beyaz tuşları siyahlardan çoktur. Peki, bu durum beyaz
tuşların çoğunluk siyahlarınsa azınlık olduğu anlamına mı gelir? İlk bakışta
sağduyu bize azınlığı ve çoğunluğu belirleyen şeyin niceliksel bir ölçüt
olduğunu söylemektedir. Oysa biraz yakından bakıldığında bu ölçüt kendi
içerisinde paradokslar taşımaktadır. Piyanodaki beyaz ve siyah tuşların tek
özellikleri renkleri değildir. Beyaz ve siyah tuşların biçimleri, yerleri,
yükseklileri bakımından da farklılıkları vardır. Hatta biri çıkıp tuşların
hiçbirisinin birbirine benzemediğini çünkü her bir tuşun farklı ses ve
frekanslara eriştiğini söyleyebilir. Muhtemelen piyano çalan biri ya da tuşlara
hayatında bir kez dokunmuş biridir o. Yalnızca dışsal farklara dayalı bir yaklaşımı
reddetmeye çağıran bir bakış açısından esinlenmiş olmalıdır. Ses açısından
beyaz ve siyah tuşlar arasındaki ayrım tümüyle geçersizdir. Ses, ayrımın ve
farkın dışlayıcı olmayan bir kullanımı ya da pratiğini düşünebilmenin bir
yolunu sunar. Azınlığı ve çoğunluğu majör bir ölçü ya da ölçüt koyarak belirleme
girişiminin aslında bir bireyi (örneğimizde beyaz ya da siyah bir tuşu)
yaşamsal bağlantılarından kopararak tek bir özelliğe ya da niteliğe indirgeme
çabasıyla yakından ilişkili olduğunu gözler önüne serer. Ses’in bakış açısından
la sesi veren bir beyaz tuş ile si bemol sesi veren bir siyah tuş
arasındaki mesafe, la sesi veren aynı
beyaz tuş ile mi sesi veren diğer bir
beyaz tuş arasındaki mesafeden daha azdır. Piyanoyu çalan biri için bu
söylediklerimiz tümüyle gülünçtür. Çünkü o, la
sesi veren beyaz tuşun şiddete ve süreye göre farklı la sesleri vereceğini ya da aynı sesin başka akorlarla bağlantı
içerisinde aynı pozisyonda olamayacağını ve bu yüzden sabit bir notadan
bahsetmenin imkânsız olduğunu söyleyecektir. Piyanoya dışarıdan bakarak
sınıflandırmanın en katı mantığını benimseyen biri içinse ses’in bir ve aynı
anda hem farklılaşmanın hem de bu farklardaki tekanlamlılığın (univocity)
yapıtaşı olduğunu anlamak oldukça güç olmalı. La sesi mi den farklıdır
ama ses olmak bakımından aralarında doğa
farklarına dayanan bir ayrım yoktur. La
sesinin kendisiyle ilişkisinde bile bir tür özdeşliği engelleyen farklılaşma
eşikleri bulunur. Şiddet, süre, akor yapılarının birbirleriyle bağlantıları ve
dizilerin ilerleyişi la sesinin her
zaman bir ve aynı ses olarak kalmasına izin vermez; onu özdeşliğin sıkıcı
dünyasından koparan şey sesin ve zamanın içyapısında zaten mevcuttur. Peki,
böylesine dinamik farklarla kurulu bir evrende piyanodaki tuşların farklarını
siyah ve beyaz oluşlarında bulan bir bakış açısının temel özelliği ne olabilir?
Muhtemelen bu türden soyut ve katı sınıflandırıcı bir yaklaşım, hiç duymadığı
sesler üzerinde egemen olmak isteyen bir kafanın ürünüdür. Paranoid eğilimler
taşır. Her birisi farklı bireyleşim (individuation) süreçlerinden gelen ve
gelmekte olan akışları birer kimlik
içerisine hapsederek yukarıdan kodlama uğraşındadır. Tuşlar arasında dışlayıcı
bir ayrım oluşturan sınıflandırmanın katı yapısından beslenir. Çoğunluğu ve
azınlığı belirleyen ölçütü sanki nesnel bir şeymiş gibi sunarken çoğunluğun
egemenliğini arzuladığını ve aslında onun içerisinden ve onun adına konuştuğunu
gizler. Yüzde elli bir’e ulaşmak hedefinde yüzde yüz’ü göremeyecek kadar
körleşmiş, faşizan bir mantıktır bu.
Ses
ise piyanodaki bütünlüğün ama aynı zamanda farklılaşma eşiklerinin kaynağı olan
isyancı bir ögedir. Azınlığın yeni bir anlamını araştırmak için düşüncenin
devletçi ve hiyerarşik modellerinden sıyrılma arayışımıza esin verir.
Aykırılıklar:
Oluşun İsyancı Ögeleri
Sorun
asla sınıflandırmanın bir ölçütüne itiraz ederken sınıflandırmanın mantığını
olduğu gibi bırakan bir başka ölçüt getirmek değildir; rengin yerine sesi
koymak değildir. Ancak, varsayılan yeri
geri dönüşü mümkün olmayan bir oluş sürecine açarken kendilerini
sınıflandırılamaz hale getiren aykırılıkların yaşam çizgilerini araştırmaktır.
Öyleyse piyanodaki tuşlar için ses ne dışlayıcı bir ayrım ölçütü ne de
aynılaştırarak farkları silen bir bütünlük. Tersine ses, her bir notada
ifadesini bulan farklılıkların nexusudur.[1] İşte günümüzde bu bağlantı
ağı yoluyla kendilerini farklılaştıran tekillikleri hiyerarşik bir
sınıflandırmaya tabi tutmanın stratejileri gitgide deşifre edilmektedir. Yeni
bir siyasal alanın kurulduğu bu günler belki de kendilerini en çok aykırılıklar
olarak, sınıflandırılamazlar ve sayılamayanlar olarak dışa vuran hareketlerin
gelişimine tanıklık ediyor.
Michel
Foucault, The Order of Things’in
önsözünde Borges’in bir Çin ansiklopedisinden bildirdiği bir sınıflandırmadan
söz eder ve bu sınıflandırmada kendi kültürünün ve düşünme formlarının
sınırlarındaki başka bir düşünce tarzının izlerini bulur. Çin Ansiklopedisi’ne
göre hayvanlar şöyle sınıflandırılır:
“a) İmparatora ait
olanlar, b) mumyalanmış olanlar, c) evcil olanlar, d) yavru domuzlar, e) deniz
kızları, f) masalsı olanlar, g) sokak köpekleri, h) bu sınıflamaya dâhil
olanlar i) çılgın mizaçlılar, j) sayılamayanlar, k) deve tüyünden ince bir
fırça ile çizilmiş olanlar, l) ve benzerleri, m) su testisini henüz kırmış
olanlar, n) uzaktan sineğe benzeyenler.”[2]
Bu
tür bir hayvan sınıflandırmasının (ya da sınıflandırmanın imkânsızlığının) her
bir öğesi tek bir ölçüte boyun eğmeye itiraz eder. Her bir öğe kendi
özellikleriyle bir dizi oluşturur bir
sınıf değil. Hatta “bu sınıflamaya dâhil
olanlar” gibi bir ifade egemen bir ölçütün içerisinden bir paradoks olarak
çıkar ve bir alt kümeyi bütün sınıflandırmayı kapsayacak şekilde genişletir.
Tüm sınıflandırma evrenini kuşatan bir öğe bölmenin, ayırmanın dışlayıcı
perdelerinden sızar ve ölçütün majör yapısını aşındırır. “Uzaktan sineğe
benzeyenler”in “imparatora ait olmadığı ya da çılgın mizaçlı olmadıkları da
söylenemez. Özellikle “evcil olanlar”ın “ve benzerleri”yle benzerliği tartışma
götürmez kesinliktedir. Ve hiç kimse “masalsı olanlar”ı “sayılamayanlar”
dizisinin dışına atamaz; tersi de geçerlidir. Aslında burada şaşırtıcı olan ve
kendisini göz ardı edilemez bir şekilde hissettiren şey, her bir dizinin
birbirine geçebilir, uzanabilir, eklenebilir olmakla birlikte ayırt edilmeleri
için gerekli bir norm ya da ölçütün kurulamamasıdır. Belki de bizlerin mizah
dediği şey başka bir düşünüş tarzının yaşam çizgisi ve gündelik hayatının
vazgeçilmez kaynağıdır.
Bu
sınıflandırma ya da sınıflandırmanın egemen mantığının mümkün bir dışarısından kurulan dizilerin aykırı-oluşları
birkaç basit ve yanıtsız soruyla açıklanabilir. Örneğin “hangisi en genel ya da
özel kategoridir?” ya da “hangi öge tikel ya da tümeldir?” Bu soruları tümüyle
yanıtsız bırakan bir mantıkla karşı karşıyayız. Tür-cins ilişkileriyle
açıklanamayan bir örgütleniş söz konusu. “Sayılamayanlar”ı düşünelim; aslında
onlar sayılamayanlar dizisinin tüm bireylerini hayvanlarla buluşturan ve kapalı
bir dizgeyi kıran bir hareketi taşıyorlar. Yani, sınıflandırmaya dâhil
olmayanlara yakınsayan bir dizi oluşturuyorlar “ve benzerleri” gibi. “Uzaktan
sineğe benzeyenlerin” ise yakından neye benzediklerini ya da bir şeye benzeyip
benzemediklerini hepimiz çok merak ediyoruz.
Bir
tekilliği (singularity)
tanımlayabilmek için onu sınıflandırmak ya da sınıflandırabilmek için
tanımlamak zorunda olduğumuzu öğreten doktrin, tanım ile sınıflama arasındaki
gizli suç ortaklığını gizlemeyi pek de başaramıyor. Peki, bir dizideki bireyin
gerçek bir tanımına ulaşmanın başka bir yolu yok mu, bir tanım doğrudan doğruya
bir sınıfa mı götürmeli tekilliği? Aslında böyle bir zorunluluğun olmadığını
teslim etmek gerekli. Daniel Smith, Deleuze’ün Spinoza ve Nietzsche yoluyla takip
ettiği bir içkin etik çizgi arayışını varoluş tarzlarının sahnesinde okumayı
daha da açık hale getirdiği bir yazısında problemi başka bir eksende yeniden
tartışmayı esinliyor.
“Örneğin insanları
“tüysüz iki ayaklılar” ya da “rasyonel hayvanlar” olarak tanımladığımızda
basitçe diğerlerinin zararına belirli duygu (affect) ya da özellikleri ayırt
eden nominal tanımlamalara
yaslanırız. Bir varoluş tarzının (kipinin) gerçek
bir tanımına yalnızca onu, gücü ya da
etkilenme kapasiteleri açısından tanımlarsak ulaşırız- basitçe mantıksal
mümkünlük değil de zorunlu olarak her an aktüalize olmuş bir kapasite. Belirli
bir varlık için sonsuz dünya içerisinde etkilenmiş olmak ne anlama gelir? Onu
etkilenmemiş olarak bırakan nedir? Neye olumsuz ya da olumlu tepki gösterir?
Onun besini ve zehri nelerdir? Kendi dünyasına başka varlıkları nasıl alabilir?
Onun bütünlüğünü sarsan, gücünü azaltan ya da hatta onu yok eden şey nedir? Onun bedeni ne yapabilir? Onun
etkilerinin neler olduğunu, onun bedeninin diğer bedenlerin etkileriyle bir
bileşimin içerisine nasıl girebildiğini (ya da giremediğini) bilene dek bir
tarz hakkında hiçbir şey bilemeyiz. Bu şekilde, daha az ya da daha çok genel
olan varoluş tarzlarının içkin “tiplerinin” sınıflandırılmasına ulaşabiliriz.
(Bu bakış açısından örneğin bir yarış atıyla bir yük beygiri arasında, bir
beygir ve bir öküz arasındakinden daha çok fark vardır: bir yük beygiri bir
yarış atıyla aynı etkilenme kapasitelerine sahip değildir ancak daha çok öküzle
ortak duyguları (affect) vardır.)[3]
Artık
bedenlerin bakış açısından, yoğunluk ve hız çizgilerinden okunan bir evrenle
karşı karşıyayız. Öyleyse artık sınıflandırmanın yapay ve soyut normları
geçerli değil; onlar birer köle ideolojisi gibi kendi kendilerine karşı
çevrilmiş durumdalar. Ama azınlığın başka bir anlamını ararken karşımızdaki
sorun daha da karmaşıklaşıyor. Evet, atlar ve öküzler sınıflaması tür-cins
ilişkileri açısından geçerli olabilir aynı şekilde siyah tuşlar-beyaz tuşlar
ayrımı da bir ayrım ölçütü olarak rengin kullanılmasını onaylamış olabilir.
Ancak beden ve bireyleşim süreçleri açısından başka bir eksene doğru hareket
etmek zorundayız: her bir bedenin birbirini etkileme ve birbirinden etkilenme
kapasiteleriyle, hız çizgileri ve yoğunluk eşikleriyle belirlendiği güçlerin
sahnesindeyiz artık. Tam bu anda Diogenes’in ünlü anektodu hatırlanabilir. Bir
gün Platon’un insanı ‘tüysüz iki ayaklı’ olarak tarif ettiğini duyan Diogenes
yolunmuş bir ördeği götürür meydana bırakır.4
İşte insan! demiş olduğunu varsayabiliriz. Birbirinden kesin çizgilerle
ayrılmış, geçirgen kanalları tıkanmış, bir kategoriye hapsedilmiş her dizi, iç
ile dışın sınırlarından kaçan bir hareket kabiliyetine sahip. Oysa gerçek bir
tanımı imkansız kılmıyor tüm bu faktörler; tersine yalnızca nominal tanımlara
bağlı kaldığımız bir temsil dünyasını sorun haline getiriyor.
Daniel Smith’in
söz ettiği nominal tanımlamalara dayalı bir yaklaşım içerisinde kalındığı
sürece azınlığı belirleyen şeyin nicelikten başka bir şeye dayanması mümkün
değil. Ona nitelikler de yüklenebilir ama bu durum, azınlığın “sayılabilir
olmayan” bedenini kavramanın bir yolunu sunmaz. İnsan ile ördek arasında
nominal tanımlar üzerinde bir ayrım yapmanın imkansızlığı mizahın ifade gücüyle
gözler önüne serilir. Hatta iç ile dışı birbirinden kesin bir şekilde ayıran
egemenlik mantığı da aynı ifade gücünün hedefine oturur (“Tüm bunlar da dış
güçlerin bir oyunu olmasın!”). Tanımlama ve sınıflandırmanın altındaki varoluş
tarzı belki de Nietzsche’nin sözünü ettiği hınç (ressentiment) ile doğrudan ilişkilidir. Bir kod ve kimlik vererek
düşman yaratma girişimi, diyalektiğin hatalı bir kullanımı yoluyla köle ideolojisinin
kalbine yerleşir. Köle “sen kötü olduğun için ben iyiyim” diyecektir.[4] Kendi değerini
türetebilmek için karşısında eyleminden koparılmış bir fail bulmak
isteyecektir. Suçlayabilmek, yargılayabilmek ve köleleştirmek için aktif
güçlerle bir diyalektik ilişki geliştirmek zorundadır köle ideolojisi. Öyleyse
köle için siyah tuşlar beyaz olmadıkları
için siyah ve beyaz tuşlar da siyah
olmadıkları için beyaz olacaktır. Elbette çoğunluğun tahakkümünü hedefleyen
bir anlayış içerisinde tuşlar kendi potansiyellerinden koparılacak, hangi
şiddet, süre ve ses dizileriyle bağlantı kurduklarına bakılmaksızın tek bir
özelliğe mahkûm edilecektir. Oysa bir bedenin gücü ve etki kapasitelerine
odaklandığımızda onun aktüel varlığıyla, yani aktüelleşmekte olan bir olay
potansiyeliyle karşılaşırız. Siyah tuşun hangi sınıf ya da kategori altına
yerleştirildiğini umursamaksızın onun farklılaşma uğraklarının izlerini takip
ederiz. Bu durumda bir siyah tuş ile bir beyaz tuş iki beyaz ya da siyah tuşun
geliştirebileceğinden çok daha kuvvetli bağlantılar geliştirebilir. Daniel
Smith’in örneği bir bedeni düşünmenin Spinoza esinli bir başka kaynağını açıkça
gözler önüne serer. Bir yarış atı ve yük beygiri organizma bakımından bir öküze
göre birbirlerine daha çok benzerdirler. Organların yapılanışı, türsel
özellikleri benzerdir. Fakat organizmanın tümüyle açıklayamadığı şey, bu
benzerliklerin hangi birlikte evrimleşme süreçlerinden geçtiğidir. Yük beygiri
de öküz gibi tarlada çalışmaktadır ve bir şeyler taşımak için bedenini hıza göre değil ağırlığa göre biçimlendirmek zorunda kalır. Akhilleus ve kaplumbağa
paradoksunun çözüldüğü düzlem burası olmalıdır; çünkü Akhilleus bir kısa mesafe
koşucusudur, hızlıdır ama yalnızca belli bir mesafeye kadar. Öküz ve yük
beygiri benzer şartlar altında bedenlerini benzer dinamiklere göre kullanmakta
ya da buna zorlanmaktadırlar. Bedenleri benzer etki ve etkilenme
kapasiteleriyle sınırlanmaktadır. Yarış atında ise hızlı manevra yapabilmek,
çeviklik gibi başka özellikler belirleyici olacaktır. Elbette bizim için her
bir varlığın potansiyellerini sınırsızca geliştirme ve aktüelleşme gücünü
sınırlayan her türlü etkinin tahakkümcü bir müdahaleyle doğrudan bir alakası
var. Bu yüzden varlık ile gücü ontolojik anlamda bir arada düşünmeye
çalıştığımızda olağan dışı bir zenginlikteki doğaya tepki verme tarzımızın tek
yönlü ve kısıtlayıcı olduğunu düşünüyorum.
Spinoza’nın conatus ile bizlere anlatmaya çalıştığı
şey bir bedenin etkileme ve etkilenme kapasitelerinin içkin bir ilkesini
bulabilmek için onun ardındaki bir başka öze değil o bedenin duygulanış
biçimlerine odaklanmamız gerektiğiydi. Her varlık kendi varlığındaki bir direnç
ve varolma çabasıyla belirlenebilirse artık mesele onu aşan bir üst kategoriden
aldığı pay ya da tür-cins ilişkileri olamazdı. Bir varlığın tekilliği geri
döndürülemeyecek bir şekilde felsefenin gündemini yeniden belirliyordu: “Bizler hala bir bedenin neler yapabileceğini
bilmiyoruz”[5]
Bu
Aslında sorun, bir
tuşun tekilliğini anlayabilme yeteneğine sahip başka bir düşünme tarzında
düğümlenmektedir. Bir bedenin neler yapabileceğini araştırırken onu bir
üst-sınıfa hiyerarşik olarak bağlamadan, kendi bağlantı ağı içerisinde nasıl
düşünebilirim? Onu tümel-tikel ilişkisine hapsetmeden kendi kapasitelerini
diğer bireylerle etkileşerek geliştirme sürecini nasıl ifade edebilirim? Eğer
“Azınlık nedir?” şeklinde sorsaydık soruyu, yine de diyalektiğin hatalı bir
kullanımına açık bir müdahale alanı bırakmış olacaktık. Azınlığı belirleyen
şeyin onu aşan ve üst-kodlayan bir ilkeye dönüştürülme tehlikesiyle yüz yüze
kalacaktık. Ne’lik sorusunun olağanlaştırılmış olduğu ve hatta felsefenin
ayrıcalıklı bir soru sorma biçimine dönüştürüldüğü bilinir. Peki, kim ya da
hangi varoluş tarzı bir varlığın Ne’lik’ini sorgular? O, tümüyle masum bir
merakla mı hareket eder? Yoksa “nedir?” türünden bir soru sorma tarzı aynı
zamanda bir varlığı belirlerken onu olmakta oluşundan ya da süregidişinden
ayıran bir başka müdahaleyi olanaklı mı kılar? Biri çıkıp şöyle diyebilir: “Ne olduğunu soruyorum çünkü ne olduğunu belirlemeksizin onun
hakkında konuşamam”. Makul bir şey söylemektedir bunu söyleyen ama belirlenimin
tek ölçütünün ne’lik olduğunu örtük olarak varsaymaktadır. Onun hakkında
konuşabilmem için ilk önce “nasıl” olduğunu değil de “ne” olduğunu bilmemi
gerektirecek bir şey var mı?[6] Oysa bu kimse “a ne’dir?”
sorusunun içerisinde taşıdığı tehlikeyi göz ardı etmektedir. “a” bu gramer
içerisindeki iki öge tarafından soyut bir figüre dönüştürülerek yalnızca
temsili bir dünyaya kapatılma riskiyle yüz yüzedir. Önce ne’lik (whatness) sorusuyla
“a”nın farklılaşma eşikleri bir özdeşlik
hattına bağlanır ve “–dir”in eklenmesiyle “a” bir şeye dönüştürülür. Elbette bu soru sorma tarzını tümüyle ortadan
kaldırmak düşünme alışkanlıklarımız için tehdit edicidir. Ama söz konusu olan
bu soru sorma tarzını farklı bir yerden düşünerek, işiterek başka bir eksende
yoğunlaşmasını sağlamaktır. Yani bir varlığın ne olduğuna ilişkin merakımızı onun bu oluşunu gölgelemeden geliştirebilmektir. Brett Buchanan,
Deleuze’ün Duns Scotus yoluyla gündeme getirdiği bu’luk (haecceity)[7] ya da bu-oluş kavramını
ontolojik anlamıyla düşünmeyi dener.
Deleuze, bu-oluş
(haeccetiy) kavramıyla yeniden Scotus’a başvurur. Bu-oluş kavramı Scotus’un “bu
şeyin” (haec) bireyselliği ya da tekilliği üstüne düşünmelerinden türer. Herhangi
bir şeyin “ne’lik”ine ya da niteliğine (quiddity) karşıt olarak Scotus, bir
varlığın tekilliğinin bu-oluş’unu ya da ‘bu-luk’unu işaret etme ihtiyacını
ortaya çıkarır. Bu-oluş, bu yüzden bir şeyin özü ya da genelliğine alternatif
olarak verili bir bedenin bireyselliğine odaklanmak sonucu meydana gelir. Bu
iki tarzı ayırt etmenin bir başka yolu da niteliğin töze gönderme yaparken
bu-oluş’un bireyleşme (individuation) tarzlarına ya da töz ya da özneden ayrı
etkilere gönderme yaptığını vurgulamaktır.”[8]
Ne’lik
sorusu bizi doğrudan doğruya töz ve nitelik arasında bir ayrım yapmaya götürmez
mi? Öyleyse şu iki çizginin soykütüğünü ayrıntılarıyla çıkarmak azınlığın
sayısal olmayan bir anlamını keşfetmek için gereklidir. Birincisi ne’lik
açısından bir ayrım yapmanın ontolojik sonucu töz ve niteliklerden kurulu bir
dünya inşa etmektir. Töz ve nitelik şeklinde algılanan bir evren ise özne ve
nesnelere bölünmüş, mesafenin koyu rejimlerinde durağanlaşmıştır. İşte bu
yüzden düşünmenin nesnelerini bir olay
olarak değil de bir şey olarak görme
yanılgısının kaynağında radikal bir ne’lik ve öz arayışı yatar. Öyleyse bu
tarzda geliştirilen bir soru, ayrımın dışlayıcı
bir kullanımını beraberinde getirecektir. Birbirinden ve kendilerinden farklı
olduğu söylenen şeyleri bir arada düşünebilmek için kümelere, sınıflara,
tür-cins ilişkilerine ve tikel-tümel kategorilere ihtiyaç duyulacaktır.
Düşüncedeki binlerce yıllık bir hiyerarşik yapılanışın bir anda özetlenebileceğini
iddia etmiyoruz elbette ama bu düşünüş tarzının bir soykütüğünün zincir
şeklinde birbirine bağlı bir takım kavramsal hamlelerle kurulu olduğunu
düşünüyoruz.”–dır” ekiyle kurulan bir dünyanın ne’lik arayışıyla doğrudan
bağlantısını kurmadıkça başka bir düşünüşü mümkün kılmanın güç olacağını
söylüyoruz yalnızca. İşte bu yüzden azınlığı hangi bakış açısından düşünmenin
onu bir niceliğe indirgeyeceğini gösteren bir kavramsal haritanın şifreleri
ne’lik eksenindeki yapıtaşlarıyla örülüdür: Ne’lik, -dır, töz-nitelik,
özne-nesne-yüklem, şey, tikel-tümel, dışlayıcı ayrım ölçütü ve elbette o ünlü
ontolojik aşkınlık ilkesi. Bu kavramsal repertuarla azınlık basitçe tanımlanabilir.
“Azınlık, sayısal olarak daha az olmaktır”(Ne), “siyah tuşlar beyazlara göre
daha az sayıdadır, öyleyse onlar azınlıktır” (-dır), “siyah olanlar beyaz
olmadıkları için siyahtırlar” (dışlayıcı ayrım), “tuşların bazıları siyahtır”
(tikel-tümel), “tuşlar siyah ya da beyazdır” (töz-nitelik), “tuş tuştur, siyah
siyahtır…” (totolojik özne-yüklem). Şu anda çalmakta olan Chopin’in Nocturnes’ini çalan piyanonun tuşları
değildir; bunlar, tuşların soyutlanmış cansızlaştırılmış imajlarıdır. Ne’lik
açısından bu tuşun ne yapabileceğinin
ne önemi var ki! Hukuk açısından özne olan hukuksal kişinin var olması ama haksızlığa uğrayan bu insan bireyinin var olmaması gibi…
Bu olmak bir
varlığın var olmak bakımından özgünlüğüne gönderme yapar, onu bir bireyleşme
süreci ya da farklılaşma hali olarak kavramamızı talep eder. Bir varlığın
bu-oluşu, giderek töz ve nitelik kategorisiyle değil sürecin terimleriyle
düşünmeyi beraberinde getirecektir. Öyleyse bu
elma artık bir aktüel varlık olarak karşımdadır. Kapasitelerini, etkileme ve
etkilenme kapasitelerini aktüelleştiren bir varlıktır elma. Burada son derece
tehlikeli olan bir yaklaşım da kendisini ele verir. Gerçekliği tek bir boyuta
sıkıştırarak, potansiyelin gerçeklikle ilişkisini kopararak var olanı gizil
güçlerinden soyutlayan bir mantığa dayanır söz konusu yaklaşım. Sanki dünya
olduğu gibi olan her şeyin bir toplamına, hareketsiz bir yığına dönüşmüştür;
varlıklar değişim kapasitelerini yitirmiş, olaylar silsilesi devrimci bir kriz
yaratma potansiyellerini tüketmiştir. İşte tam bu anda töz ve niteliğe dayalı
dizgeyi kıran şey aktüelin dinamik bir çerçevede kavranması olabilir. Şey kavramını geri dönüşü olmayacak bir
şekilde olay ile yeniden düşünmemizi
gerektiren hat burada yer alır. Piyanonun her bir tuşu olayları ifade eden
fiillere dönüşmüştür artık; onlar siyah ya da beyaz bir tuş olmadan önce, hatta
birer tuş olmadan önce birer olay
olarak farklılaşmanın evreninde kendilerini dışa vururlar. Bu yüzden siyah tuşu
beyaz olmadığı için siyah olarak gören ya da tüm tuşları siyahlar ve beyazlar
olarak iki gruba ayırıp dışlayıcı bir ayrım ölçütü oluşturan bir temsil
mantığına direnen ve olumlayıcı bir çizgide hareket eden bir başka öge
gereklidir: Ses.
Bir Karşılaşma
Her
ses biriciktir. İki keman virtüözü, Stephane Grappelli ve Yehudi Menuhin 1973
yılında BBC’deki bir televizyon programına davet edilirler. Birlikte “jealousy”
adlı jazz parçasını icra ederler. Grappelli kendine özgü tekniğiyle kemanda
çığır açmış bir virtüözdür. Gipsy ve klasik cazdan beslenir. Menuhin ise sıra
dışı klasik müzik yorumları ve konçertolarıyla tanınır. Grappelli’nin
üslubundaki akışkanlık ve Menuhin’in stilindeki hız ve kontrastlar garip bir
şekilde yepyeni bir parça ortaya çıkarır. Menuhin daha sonra bu anı şu
cümlelerle ifade edecektir: “yalnızca
çaldığım her notanın bir olay olduğu hissi! Her notanın bir anlamı vardı…”
Her
ses bir olaydır ve şeyleştirmenin
mantığından kaçan bir çizgiye alan açar. Piyanomuzun tuşları bu olayların
aktüelleşme uğraklarıdır. Eğer anlam bir olay meselesiyse aslında bu durum onu
oluşturan parçaların her birinin biricik ve farklı olduğunu gösterir. Sıradan
olan, ortalama olan bu yüzden üretici bir fonksiyon taşımaz. Her notanın bir
anlamı vardır hem çalan hem de dinleyen için, çünkü notalar farklarıyla bir
dizi oluşturabilme yolunu sesin bedenindeki gizil güçlerin hareketine katılarak
edinirler. Ancak burada ses, farklılaşma düzlemine aşkın bir konumda yer almaz. Ne’lik sorusunun simgelediği bir
temsil dünyası aşkın ilkeler devreye sokularak kurulsa da sesin böylesi bir
ikiliğe olanak tanımayan bedeni her türlü hiyerarşik bölünmeye karşı durabilir.
Ses, müziğin Organsız Bedenidir[9] (Body without Organs) bu
yüzden. Bir yoğunluk alanı olarak tüm farklılaşma çizgilerini besler ama onlar
tarafından tüketilmeye izin vermez. Yukarıdan aşağıya ya da aşağıdan yukarıya
hiçbir organizasyonu içselleştirmez, yatay ya da dikey hiyerarşileri deşifre
eder.
Bize
göre azınlık sorunu her notanın bir olay ve anlam olması gibi biriciklikle
ilişkilidir. Peki, azınlığın sayılarla ilişkisi nedir öyleyse? Her bir sayının
farklı olduğunu göz önüne getirirsek azınlığın sayısal olan ama sayılabilir
olmayan bir yönünden söz etmek için önümüzde büyük bir engel yok.[10]
Gezi’nen Benlikler
Azınlık
asla bir ne’lik sorusu olamaz. Peki, bir kim’lik sorusu olabileceği anlamına mı
gelir bu? Aslında felsefenin “nedir?” türünden soruların dogmatik yapısıyla
mücadele edebileceği yeni bir hatta ihtiyacı olduğu açıktır. Nietzsche’nin
geleceğin felsefecilerine beslediği umut eğer boş bir kuruntudan ibaret değilse
bu umudun Deleuze’ün sözünü ettiği düşüncenin devlet eksenli formlarından kesin
bir ayrılışla doğrudan bir bağlantısı olmalı.[11] Günümüz felsefesinin acil
sorunlarından birisi hakim gramerin söz dağarcığından firar eden düşünce tarzlarını
icat etmek ve etkilerini kuvvetlendirmektir bence. Bedenin ve oluşun ortak
cephesini açmaktır. Ne de olsa felsefe aynı zamanda bir dans alanıdır; bunun
için cephelere ihtiyacı var.
“Öyleyse bir azınlığı
belirleyen şey sayı değil sayıya içsel olan ilişkilerdir. Bir azınlık sayıca
çok olabilir hatta sonsuz olabilir, bir çoğunluk da öyle. Onları ayıran şey
çoğunluk durumunda sayıya içsel ilişkilerin sonlu ya da sonsuz ama her zaman
sayılabilir olan bir dizi meydana getirmesi ancak azınlığın birçok öge
barındırabilmesine karşın sayılabilir olmayan bir dizi oluşturmasıdır.”[12]
Deleuze
ve Guattari sayıya içsel olan ilişkiler
derken ilginç bir şey söylemektedir. Sayıya içsel bir ilişki ne anlama gelir
peki?[13] Bu durum Pythagoras esini
ile 3 sayısı ile 3 elma arasında kurulan ontolojik bir bağ yoluyla farklı bir
boyut kazanır: 3 sayısı olmadan 3 elma olabilir mi hiç? Sayı ile varlığın içsel
ilişkilerini kurarak düşünce tarihinin en önemli kavramlarından biri olan
form’u icat eden Pythagorasçılar için de sayı içkin bir ilkedir. Gerçeklik,
ifadesini sayıdan bağımsız bir şekilde bulamıyorsa bunun sebebi onun sayıyla içsel
bir ilişkisinin olmasıdır. Böyle bakıldığında “sayı sayıyorum” demek
imkânsızdır çünkü bizler sayılarla sayarız onları sayamayız. Yani sayılar bir
bakış açısından sayılabilir olmayan çokluklardır.[14] Azınlık heterojen bir
yapıda olabileceği ve öyle olduğu için sayılabilir olmayan diziler yaratabilir.
Piyanomuzun siyah tuşları, beyaz olmayan sınıfından oldukları için azınlık
değildirler; her birisi bir olay olan sesler ve bağlantılar yani sayılamayan ilişkiler
kurma potansiyeli taşıdıkları için azınlıktırlar, beyaz tuşlar da öyle. Örneğin
siyah tuşlar homojen bir bütünlük olsalardı onları sayardık ve 36 adet olduklarını
gördüğümüzde az sayıda olmalarına rağmen gerekli olduklarını söylemekle
yetinirdik. Piyano bu yüzden 36 adet siyah 52 adet beyaz tuştan değil, adete
indirgenemeyen sesler arasındaki üretici bağlantılardan oluşur.[15]
Bize[16] göre sayılabilir
olmayanlar ya da azınlıklar, gezi’nen benliklerdir, saf akışlardır. Kodlamanın
ve üst-kodlamanın mekanizmalarından çapraz bağlantılar örerek kaçan ve
direnişin yeni bir anlamını icat eden tekilliklerdir. Sabit özneler ve
yüklemlerle düşünemeyiz onları çünkü hareketli öznelliklerin heterojen ilişkileriyle
kurulurlar. Gezi’nen benlikler özne henüz Özne, nesne de henüz Nesne olmadan
önceki akışlarla bağlantılıdır. Kök ve başlangıçlardan ya da sonlar ve
ereklerden değil yoğunlaşmanın katsayısından, bedenin etkin duygulanışlarından
türetilirler. Onlar siyasal olanı tedirgin eden hayaletlerdir. Kimi hayaletler
bedenleşmek, vücut bulmak isterler. Kimi zaman korku onların vücudu olur. Ama
hayaletler aynı zamanda ele avuca sığmayan, beden ile zihin arasındaki arafı
mesken tutan varlıklardır. İnsan imgeleminde hayalet ne bir melek gibi elçi
olarak kutsalın ne de bir cin gibi kötülüğün aşkın yapısından kaynaklanır.
Hayal, onların, birer yanılsama olarak, ulaşılamayan üst bir evrenden değil
rüyadan, imgelemden geldiklerini gösterir. Spinoza’nın hayaletleri bugünün
siyasal alanında hayal gücünü eyleme çağıran etkiler değil mi aslında? Gezi’nen
benlikler, insanı her şeyin böyle olduğu ve zaten olması gerektiğine ikna eden
bir algıya kapatan hakikat politikasına karşı başka türlü olmakta olanın,
öngörülemez olanın, kodlanamaz olanın, sayılabilir olmayanın gerçek olduğuna
ısrar eden tekilliklerdir. Onlar uzaktan sineğe benzeyenler ya da masalsı
olanlardır, ama yakından neye benzeyecekleri bilinemeyenlerdir. Masalın nerede
biteceği –bitip bitmeyeceği- asla önceden kestirilemez. Coğrafya bir anlığına
baskın referans noktalarından tanımlanamadığında, tarih resmi anlatıların ve
olguların değil, çokluk’un öyküsüne dönüştüğünde gezi’nen benliklerin ele avuca
gelmez doğası daha da görünür hale gelir.
Gezi’nen
benlikler düalist ayrım stratejisini yerle bir eden varlıklardır. Bu yüzden
sınırı kuran egemen mantığa güçlü bir itirazın yollarını aramak onların
izlerini takip etmekle eş anlamlıdır. Normal ile anormali belirleyen geleneksel
yaklaşım, baskın bir öğenin (normal) kendisini kurmak için temel bir öteki
(anormal) biçimlendirme süreciyle meydana geliyorsa gezinen benliklerin
stratejisi öncelikle bir deşifrasyon olmalıdır. Sokaklara, evlerin içlerine,
bilinçlere bir terörizm söylemi yoluyla dehşet saçan egemenlik stratejisini,
üzerinde yükseldiği alanlarda yakalar. Terörizme en çok ona karşı mücadele
edenlerin ihtiyaç duyduğunu beyan eder; kitlelerin terörizm söylemiyle terörize
edildiklerini, militarist bir kampanyaya tabi kılındıklarını açığa çıkarır.
Gündelik hayatlarda üretilen korkunun diyalektik oyununu bozmanın bir yolu,
yaşamlarımıza içkin gezi’nen
benlikleri harekete geçirmek olabilir.
Gezi’nen
benlikleri bir şeye ya da yere ait kılmak mümkün değildir. Onlar mülkiyetin iki
parçalı mantığına direnirler. Hem sahip
olma hem de ait olma ekseni,
anonim bir akış tarafından aşındırılmaya yüz tutar. Ancak, gezi’nen benlikleri
asimile ederek, onların stratejilerine yerleşerek şimdinin en ciddi
meselelerinden birisini meydana getiren bir akış daha var: Para. Sanırım paranın
mekân ve zaman üzerinde hiç sahip olmadığı kadar bağımsızlığının olduğu şu
günler, gitgide sanal bir alanda belirsizleşen ve belirsizleştikçe egemenliğini
perçinleyen bir kurguya tanıklık ediyor. Söz konusu kurgu paranın tahakkümüdür.
Bir zamanlar evrensel değişim değeri olarak tanımlanan para, bugün kendisi
değerin kaynağı haline gelerek hayatlar üzerindeki tahakkümün yoğunlaşmasına
sebep olmaktadır. Onun akışını kesebilecek güç yine içerisinden çıkmaktadır.
Paradan daha değerli bir şey bulmak değildir mesele, değerin başka bir
kaynağını ya da değerin değersizliğini gündeme getirmektir. Para, hızdır ancak
gezi’nen benlikler yoğunluktur. Her şeyi kendisine dönüştürebileceğini düşünen
Para’nın sistemi bugün ölçülemeyen, sayılamayan azınlıkların yarattığı krizlerle
sarsılıyor. Borç, sermayenin varlığındaki bir çatlağa işaret ediyor; çünkü borcu
erteleme refleksiyle hayatta kalma stratejisi artık çökmüş durumda. Borç
ödenemeyecek kadar çok. Öyle ki dünyadaki borcu karşılayabilmek için tüm
varlıkları Para’yla değiş tokuş etmek bile bir işe yaramayacak durumda.[17]
Eğer
azınlık ve çoğunluğun niceliksel olmayan bir anlamını araştırıyorsak yapılması
gereken azınlığı belirleyen yeni bir ölçüt bulmak değil onu sınıflandırmaya
çalışan hakim mantığı alt üst eden paradokslardan bir problem ekseni
oluşturmaktır. Bence azınlık bir yurt sorunudur. Dilde, toprakta, bellekte
yurtlar kurmaktan söz etmiyoruz yalnızca, bu yurtların ancak kendi
dışarılarından gelen bağlantılar yoluyla, hareketli öznellikler şeklinde
örgütlendiği bir yersiz-yurtsuzlaşma (deterritorialization)
vektörüyle oluşabileceğinden söz ediyoruz. Terimin Deleuze ve Guattari’deki
anlamıyla yersiz-yurtsuzlaşmanın çoklukla ya da daha doğrusu sayılabilir
olmayan çoklukla[18]
bağlantısı oldukça kuvvetli görünüyor. Hakim işaretleri, sembolleri kırarak
mekânın yeni bir anlamını keşfetmek gezi’nen benliklerin en temel problemlerinden
birisidir bugün.
Peki
ya çoğunluk? O da yalnızca sayıca çok olmaktan mı ibaret? Azınlığı normal ile
anormalin oyunundan kaçan bir aykırılık,
sayıyla içsel ilişkiler kuran ama sayılamayan bir çokluk ve ne’lik sorusuna değil de oluş sorununa verilen bir yanıt olarak gündeme getirmek çoğunluğa
ilişkin geleneksel kurgunun ötesindeki bir kavrayışı da mümkün kılacaktır.
Deleuze ve Guattari erkeğin çoğunluğuna mizahi bir dille dikkat çekerler.
Çoğunluk, standart bir
ölçü olarak işleyen ifadenin ya da içeriğin bir değişmezine işaret eder- ki bu
ölçü yoluyla ona değer biçilir. Bu değişmez ya da standardın ortalama
yetişkin-beyaz-heteroseksüel-Avrupalı-erkek-standart bir dili konuşan olduğunu
varsayalım (Joyce ya da Ezra Pound’un Ulysses’i). Açıktır ki “erkek “ (“man”)
sivrisineklerden, çocuklardan, kadınlardan, siyahlardan, köylülerden, eşcinsellerden
sayıca daha az olsa bile çoğunluğu elinde tutar.[19]
Erkek
sayıca az olsa da çoğunluktur, peki neden? Çünkü çoğunluk olmak merkezde yer
almak, egemenlik ölçütünü elinde bulundurmaktır. Zaten çoğunluk, onu azınlıktan
ayıran şeyin, ayırıcı ölçütün referans noktasında yer alır. Sağduyu çoğunluktur,
erkek çoğunluktur; Türk, beyaz, heteroseksüel çoğunluktur. Buradaki asıl sorun
çoğunluğun kendisini homojen ve saf bir yapıda kurgulamasıdır. Sanki saf bir
heteroseksüellik varmışçasına, sanki cinsiyetlerin saf kodları ve kategorileri
varmışçasına. Çoğunluk gerçekleşmesi mümkün olmayan homojen bir yapı adına
düşman bir Öteki yaratma çabasına girdiğinde asıl hedefi, içerisindeki aykırı
öğeleri topyekün bir mantık adına asimile etmektir. Bir ulus kurma projeleri
asla halkların kendi kararlarını tayin haklarını kuşatamaz. Çoğunluğu
karakterize eden şey tekleştirici bir ölçüte sahip olmasıdır. Bu yüzden Türk kendisini
Türk olarak tanıyabilmek için diğer tüm halkları öncelikle Türk olmayan olarak tanımaya mahkûm edilir. Halkların Kürt veya
Arap olmaları çoğunluğun bakış açısından Türk olmamaları tarafından gölgede
bırakılır. Bir halkın dilini ve kültürünü kabul, onay ya da tanıma sorununa
indirgeyen paranoyak mantık çoğunluğun bireyleri için de büyük tehlikeler taşır.
Söz konusu sorun, bir tanıma sorunu olmadan önce varlık ve hayat sorunudur.
Öteki
ise Ben, Sen ve O’nun mesafe rejiminin sınırlarının çok daha uzağına atılan bir
sürgündür. Olanaklı bir Öteki’yi Ben’in tasarımlarına indirgeyen sistemlerin ayrıntılarıyla
dolup taşan düşünce tarihinin kıyılarında hala kazılmayı bekleyen onlarca
tabaka olmalı. Öteki bir sürgün ama bir tutsak değil. Ben’i bir hapishane
olarak kurgulayan dışlayıcı anlayışların tahayyülü onu bir dost olarak
göremeyecek kadar kölece ideolojilere bağımlı.
Peki
ya insan? Asıl çoğunluk o değil mi? Hayvanı kendi idrakında temel ötekisi
olarak gören insan, Tanrı’dan sonraki en büyük kurgu olduğu gerçeğiyle
yüzleştiğinde başka bir algının kapılarını aralayabilecek mi?
Bazen
İlgi
çekici bir yaygınlıkta kullanılır hale gelen bir ifade var: “Yapacak bir şey
yok”. Sinizmin garip tezahürlerinden bir mi yalnızca? Yoksa bu ifadeyi bir
varoluş tarzına gönderme yapmak üzere okumak çok mu abartılı ya da zorlama bir
yorum olur? Bence bu ifade kendisini gündelik hayatta sürekli olarak üreten bir
neden-sonuç zincirinin ürünü. “X oldu ve yapacak bir şey yok”. Bu hızlı ve
duyarsız geçiş çok tüyler ürpertici değil mi? Neyse ki şu sıralar daha az duymakta
olduğumuz bu ifadenin birçok benzeri var. Peki, sözünü ettiğim neden-sonuç
zincirinin aşınmakta olduğunu söylemek basit bir iyimserlik olmaktan daha öte
bir anlam taşımıyor mu? Evet, ister modern isterse postmodern olarak
adlandırılsın bizler katı bir neden-sonuç zincirine gömülü gündelik hayatları deneyimliyoruz.
Hiçbir zaman yapacak bir şey olmadığına inanmanın altında zamana ilişkin garip
bir yanılsama yatıyor. Her zaman
karşısında bazen olanın bakış açısı
ise zamanda gezi’nen bir benliği imliyor. Bazen olan bir örnek yapılanmalarda
bir kısadevre imkânıdır. Her zaman bir tür soyutlamadır, o
arzulanandır ama eksik olduğu için ve sahip olunamayan şey olduğu için arzulanandır. Onun açısından evrendeki farkları
görmek mümkün değildir. Karşıtı Hiçbir
zaman da her zaman gibi topyekün bir varlıktır. Onların korkunç ittifakı
yaşamı berbat etmeye yeter. Oysa bazen
tarihin dinamik formudur; o, arzulamanın zamansal itkisini taşır, çoğunluğun
tahakkümünden bir kaçış için olaylarla, sıradan bir akışa katlanamayan ve
krizler barındıran olaylarla kurulu bir evrene işaret eder. Bazen, sayılabilir
ya da ölçülebilir olmayandır; her zaman ve hiçbir zamanın tahakkümcü zamansal
kipine karşın sıradan ve ortalama olmayanı, makul olmayanı olumlar.
Gelmekte Olan Halk
Nietzsche’nin
en ilginç ifadelerinden birisi olan kurbağa
perspektifi yaşamda üretici olmayan ve aşağıdan bakanın konumunu ifade
eder. Kurbağa perspektifine yerleşen biri sürekli olarak kendisini aşan
hakikatler varmışçasına davranır. Hakikatleri üreten şey tek başına bu bakış
olmasa da onları aşkınlaştıran şeyin bu sürekli alttan bakışla bir alakası var.
Değerlerin hep yukarıdaki bir kutsal kaynaktan türediğine inanmak zorundadır
böyle bakan biri. Aslında bu perspektife çivilenmiş olmak bir varoluş tarzını benimsemiş
olmak anlamına gelir. Nasıl bir varoluştur bu peki? Daniel Smith, Deleuze’ün
Nietzsche ve Spinoza üzerinden takip ettiği içkin etiğin bir “dramatizasyon”
yöntemiyle kendisini ifade ettiğini gösterirken etiğin görevinin yargılayıcı
modellerden uzaklaşarak yaşamın yoğunlaşmasına ve bedenlerin saf
dışavurumlarına odaklanmak olduğunu söyler. Elbette buradaki “dramatizasyon”
kavramıyla hedeflenen bir yöntemden çok daha fazlasıdır. Söz konusu olan bir
önermeyi dile getiren özneyi ait olduğu güç kapasitesiyle ilişkilendirmektir.
Varoluş tarzlarının sahnesinde, konuşanın özneler değil fiiller olduğu
yerdeyizdir artık. Dramatizasyon temelde bir sahneye koyma pratiğidir.[20] “Sen kötüsün öyleyse ben
iyiyim” diyen birisi bu ifadesiyle hangi varoluş tarzına, gücün hangi
katmanlarına aittir? İşte kurbağa perspektifini anlamanın bir yolu da
dramatizasyonun gücüne başvurmaktır. Güç bakımından reaktif bir alanda
ifadesini bulacaktır bu perspektife yerleşen biri. İyi olmanın yolunu bir kötü
üzerinden tanımlayan köle ideolojisi gibi o da kendi sınırlarına giden yaratıcı
bir varoluş üretemeyecektir. Eğer önermeler ile varoluş tarzları arasında ve
perspektiflerle güç ilişkileri arasında doğrudan bir bağlantı varsa “x oldu ve
yapacak bir şey yok!” demenin güçlerin sahnesinde nerede konumlanacağı açıktır.
O, aktif güçlerin değerler üreten ve yaşamı olumlayan çizgilerinden kopmuş,
reaktif bir arzu yapısına mahkûm olmuştur. Varolanı muhafaza etmek, bu şekilde
devam etmesi için yaşamdan vazgeçmek onu karakterize etmeye başlayacaktır.
Aşağıdan bakmak, Dionysosçu güçleri boyunduruk altına almak için bir
stratejidir aslında. Ortalama, sıradan ve normal olana yaslanmaktır; çoğunluk
egemen olsa da aşağıdan bakandır bu yüzden. İşte çoğunluk sorusuna
verilebilecek bir yanıt da budur. Ancak azınlığın yukarıdan bakan olduğunu
söylemek doğru değildir. Aşağıdan ve yukarıdan bakmak perspektifte kritik bir
değişim getirmeyebilir. Azınlığa özgü olan şey aşağı ve yukarı ilişkisine
indirgenemeyen bir bakış açısı üretmektir. O halde azınlık çapraz bakar. Çoğunluk şeffaf olmayan bir çokluğu net görmek ister, miyop ya da hipermetroptur. Azınlık ise güçlerin
sahnesindeki flu ortamı bir astigmat olarak deneyimler. Baktığınız şey bulanık
ve belirsiz ise bakmanın kendisinin de öyle olması gerektiğini gösterir. Oysa
kodlamak isteyen, tahakküm kurmak isteyen çoğunluğun yaklaşımı bakılan şeyi
hijyenik bir şey olarak ve bakmanın kendisini pornografik bir şey olarak
belirler. Hijyenik olanla pornografik olanın ittifakı günümüzde mikro-faşizm
alanlarında sürmektedir. Artık sorun, azınlığın bakışında vücut bulan ve onu
farklılaştıran bir öğeyi anlamaya çalışmakla ilgilidir: Azınlıkların gücü.
Azınlık
kendi gücünden koparılamayan bir çokluktur.
Yani, fiilinden ayrılamayan bir varoluş tarzıdır. Reaktif güçlerin temel
stratejisi ise bir varlığı yapabileceklerinden kopararak suçlanabilecek,
yargılanabilecek bir özne yaratmalarıdır. Deleuze, Nietzsche and Philosophy’de “hıncın (ressentiment) paralojiziminin” temellerinin bir kurguya bağlı
olduğunu yazar.[21]
Bu kurgu, köle ideolojisinin en önemli özelliklerinden birisini ele verir.
Reaktif güçlerin[22]
tarihsel zaferi bu kurgunun gelişimine dayanır. İşte bu yüzden filleri keserek,
tıkayarak ya da yok ederek bir varlığı gücünden koparmaya ve soyutlamaya dayalı
bu kurgu yaşamı kötürüm eden değerlerin de kaynağındadır. Çoğunluğu belirleyen
bir şey de bu yüzden gücün en asgari anlamını yani tahakkümü benimsemiş
olmasından türetilir. O, sabit ve değişmez olandan, kendi içerisindeki bir
saflık arayışından, korumaya ve kontrole dayalı bir varoluş tarzından yanadır.
Fiillerden kurulu bir dünyaya tahammül edememesinin asıl sebebi kendi
varlığında onları boğmuş ve tüketmiş olmasıdır. Oysa azınlık, kendi gücüdür.
Fiillerinden koparılmış bir varoluş onun için imkânsızdır. Spinoza’nın conatus’la ve Nietzsche’nin güç-istenciyle ortaya koydukları içkin
etik çizgi, varlığı oluş ve güç ekseninde anlama uğraşında yoğunlaşır. Deleuze
için azınlığın gücü sayılabilir olmayan karakterinden türer.
“Azınlığa
özgü olan şey sayılabilir olmayanın gücünü, bu azınlık yalnızca bir kişiden
oluşsa bile, ortaya koymaktır.[23]
Güç,
tümüyle devredilemez; sayıyla ilişkidir ama sayılamayandır. Hobbes’un büyük
hatası buradadır yani gücü, sahiplik
mantığına indirgemektedir. O, Leviathan’ı üretenin insanlar olduğunu söylerken
egemenlik teorisinin en önemli yönlerinden birisini bulgular ama insanların bir
kez güçlerinden feragat ederek yarattıkları Leviathan’dan, zulüm görseler bile şikâyet
etmelerinin bir çelişki olduğunu düşünür. Çünkü bu durumda kendi kendilerinden şikâyet
etmiş olacaklardır diye düşünür. Gücünü ölümlü tanrı Leviathan’a bir kez
bırakan birisi için artık onu geri istemek mümkün değildir. Bu bakış açısının
kaynağında Hobbes’un son derece mekanik ilişkilerle kurguladığı bir ontoloji
vardır. Varlık ile gücünü birbirinden ayrılamaz bir şekilde düşünmenin yolları
daha gerçekliğin belirleniminde tüketilmiştir. Eğer yalnızca dışsal ilişkilerin
egemen olduğu pasif bir madde anlayışıyla düşünmeye başlarsak varacağımız yer
burasıdır. Ontolojiyle politika arasındaki bu paralelliğe şaşırmak artık mümkün
mü? Oysa Spinoza düşüncesi her varlığın varolma direnci ve gücüyle belirlendiği
bir örgütlenişe sahip. Tek tek varlıklar, aralarındaki herhangi bir düalist
ayrıma yer bırakmaksızın kendilerini dışavurma, ifade etme gücüyle tanımlanabilirler.
Artık duyguların, duygulanışların ontolojik yapısının doğrudan doğruya pratik
ve politik bir alana karşılık geldiği gerçeğiyle karşılaşırız. Bir varlık eğer
kendi gücünden koparılırsa artık onun var olduğunu düşünmek için bir sebep kalmaz
elimizde. Kendi farklılaşma kapasitelerini sürekli güncelleyen varlıkların
dünyası ne soyut temsillerin ne de dışsal mekanik ilişkilerin dünyasına
indirgenemez. Antonio Negri bir yazısında Spinoza düşüncesinde mutlak olanın
işleyişini belirlerken, gücün devredilemez karakterini multitudo ekseninde vurgular.[24] Negri’ye göre Spinoza’yı Tractatus Politicus’ta dönemin popüler
teması sözleşme temasından bir kopuşa götürerek tamamlanamayan demokrasi
bölümüne ilişkin ipuçları veren bir kavram vardır. Bu kavram multitudo’dur. Multitudo, bu açıdan gücün mutlak olarak devrini imkânsız haline
getiren bir tekilliktir. Rousseau’nun genel iradesine boyun eğmeyen çokluktur o. Gücü bir üst varlıkta
Tanrıda, Leviathan’da ya da Genel İrade’de aşkınlaştıran böylelikle hukukun
kaynaklarını bir hak devrinde, feragatte bulan bir siyaset teorisine aykırıdır.
İşte bu yüzden azınlığın gücü sorusu devredilemez olmakla doğrudan bağlantılı
bir diğer özelliği açığa çıkarıyor. Azınlıkların gücü temsil mekanizmalarına
indirgenemez. Devredilemez olduğu, varlığına fiil olarak bağlı olduğu için
azınlığın gücü herhangi bir aşkın yapıyla temsil edilemez. Temsil eden ve
temsil edilen arasındaki bölünme ve düalist ayrım azınlığa tümüyle yabancıdır.
Temsil edilmek bir azınlığın kendi gücünü sahneye koyma pratiği açısından
gerçek bir hayal kırıklığıdır; çünkü azınlık temsil edildiğinde çoğunluğun
tahakküm rejimi için bir müdahale alanı açılır. Ancak temsil edilmek azınlığın
gücünü, onu asimile etmeksizin ele geçiremez. Deleuze ve Guattari azınlığın
sayısı az ya da çok olsun temel dışavurumunun Nietzscheci aktif güçlerle
paralelliğini bulgularlar.[25] Azınlık aktif bir güç
ilişkisi içerisinde kendi sınırlarına doğru giden, yapabilecekleri ile üretici bir
bağlantı arayışındaki gezi’nen benliklerden oluşur. Oysa temsilin klasik yapısı
içerisinde dışavurumun yıkıcı ve yaratıcı hatları homojen bir siyasal alanda
tüketilmeye çalışılır. Sanki siyasal alanı belirleyen ifade tarzlarının tek ve
vazgeçilmez biçimiymişçesine temsil mekanizmasının klasik ya da modern
türlerine bir alternatifin mümkün olmadığını savunan yaklaşım radikal bir
temsil eleştirisinin gelişimini de tıkamaktadır. Bugün kimse temsil yoluyla
kendi gücünün sahneye konulacağına inanmıyor. Gezi’nen benlikler yeni bir ifade
tarzı arıyor, azınlıklar kendilerinin yeni bir anlamının izini sürüyor.
Gücü
devredilmez olan, temsil edilemeyen azınlık bir oluş sürecine işaret eder. O,
aktüel bir varlıktır ve Whitehead’in süreç ilkesiyle anlaşılabilir, yani onun
varlığı, oluşu yoluyla kurulur. Gelmekte olan bir halk, gerçek bir azınlıktır.
Olmakta oluşuyla henüz kodlanmamış saf bir akıştır. Aşağıdan ya da yukarıdan
gelen hiçbir hiyerarşiye tabi değildir. Italo Calvino’nun Görünmez Kentler’de bahsettiği düş kentlerinden birinde yaşarlar.
“Her kent, Laudomia
gibi, yanı başında, sakinlerinin adı kendi adlarıyla aynı olan bir kent daha
yaşatır: ölülerin Laudomia’sı bu, mezarlık. Ama Laudomia’yı bütün diğer
kentlerden farklı kılan özellik üçüz olması onun, henüz doğmamışlara ait üçüncü
bir Laudomia’yı içermesi.”[26]
Gelmekte
olan bir halka seslenmek, onun etkileriyle burada olduğunu fark etmek, ona açık
olmak. Bir bedenin neler yapabileceğini hala bilmediğimiz gibi henüz doğmamış
olanlara kentlerimizde, duygularımızda yer açmanın bir yolunu da bilmiyoruz.
Onlar yalnızca geçmiş, şimdi, gelecek şeklindeki çizgisel zamanın bir ucunda
değiller. Gelmekte olanlar, sürekli bir hareket halindeki gezi’nen
benliklerdir. Olmakta oluş içerisinde başka yoğunlukları deneyimlemektedirler.
Onlar, fiildirler; güçleri varlıklarına yapışıktır. Ne zaman vücut bulacakları
bilinmeyen davetsiz misafirlerdir.
Final
Artık
bir önemi yok mu yoksa kaç kişi olduğunuzun sayılabilir olmayan çoklukların
sahnesinde? Bu soruya vereceğimiz yanıt bence yeni bir siyasal alanın
kurulmakta olduğu bu günler için yaşamsal bir çizgiye esin verebilir.
Bugünün
siyasal alanında kendisini en etkili biçimde hissettiren gerçek, gücün yeni bir
imgesinin doğmakta olduğudur. Niceliksel ve sahip olmaya dayalı güç kavramından
uzaklaştıkça gücün olumlayıcı ve yaratıcı anlamlarını keşfetmek için daha
şanslı olacağız.
İktidar
ilişkileri için tehlikeli olan, az ya da çok sayıda olan ama sayılamayan
azınlıklardır.
Gelmekte
olanların artık bir şeyin Ne’liğiyle ya da Kim’liğiyle ilgilenmeyeceklerini ama
bir olay’ın olmakta oluşuyla uğraşacaklarını düşünelim bir an. Geleceğin
düşünürleri için “bu da ne?” demek
değil de “İşte bu!” demek daha ilginç
olmalı.
Gezi’nen
benlikler, etkilerini düşünce ve duygularımızda hissettiğimiz ve tepkiler
verdiğimiz varoluş yoğunluklarıdır.
Piyano
tuşlu bir çalgıdır ama yalnızca tuşlarla çalındığı için mi? Bir perküsyoncu onu
vurmalı bir çalgı olarak çalmayı denemiş olmalıdır. Hatta şöyle söylenebilir:
Piyano kendisi için bir tuşlu çalgıdan çok daha fazlasıdır.
Ya
siyah ya da beyaz mı? Bazen piyanonun
tuşları kırmızıdır bazen mor; çocuk
masal henüz bitmeden uykuya daldığında, Alice çoktan tavşan deliğine girmiş
olduğunda…
Not: Bu yazı daha önce Kampfplatz dergisinde yayımlanmıştır.
[1] Nexus kavramını
aktüel varlıkların bir aradalığı anlamında, kavramın Whitehead felsefesinde
aldığı önemli rolü göz önünde bulundurarak kullanırsak tekilin deneyimi
bağlamında ağ biçimli bir kompozisyonla karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkar.
Nexus’un bir tarifi için Whitehead, Process
and Reality, edited by David Ray Griffin and Donald W. Sherburne, New York
and London: The Free Press, 1979, s. 20.
[2] Foucault, The Order of Things, An Archaeology of the
Human Sciences, ed. R.D.Laing, New York: Vintage Books, 1973, XV.
[3] Smith, “The Place
of Ethics in Deleuze’s Philosophy: Three Questions of Immanence” Deleuze and Guattari, New Mappings in
Politics, Philosophy and Culture içinde ed. E. Kauffman&J. K. Heller, Minneapolis: The
University of Minnesota Press, 1998, s. 259-60.
4
Deleuze, The Logic of Sense, trans.
Mark Lester with Charles Stivale, New York: Columbia University Press, 1990, s.
135.
[5] Spinoza’nın bu ifadesi Todd May’in
Deleuze: An Introduction adlı
çalışmasının da gündemindedir. Bkz. May, Gilles
Deleuze: An Introduction, New York: Cambridge University Press, 2005, s. 3.
[6] Alfred North
Whitehead’in organizma felsefesi Ne’ye verilen ayrıcalığı silen bir süreç
ilkesi geliştirdiğinde felsefe için yepyeni bir düşünüşün kapılarını da
aralıyordu: “Bir aktüel varlığın nasıl oluştuğu onun ne olduğunu belirler; bu
yüzden bir aktüel varlığın iki tanımı birbirinden bağımsız değildir. Onun
‘varlığı’, ‘oluşu’ yoluyla kurulur. Bu, süreç ilkesidir.” Bkz. Whitehead, Process and Reality, s. 23.
[7] Deleuze ve Guattari düşüncenin
hiyerarşik olmayan bir imgesi olarak gördükleri rizomun kompozisyonunu bu’luk
kavramıyla doğrudan doğruya ilişkilendirirler: “Bu-oluşun ne başlangıcı ne de
sonu, ne kökeni ne de varış noktası vardır. O her zaman ortadadır (middle, milieu).
Noktalardan değil çizgilerden oluşur. O bir rizomdur.” Bkz. Deleuze&Guattari,
A Thousand Plateaus, trans. Brian
Massumi, London: The Athlone Press, 1988: s. 263.
[8] Buchanan, Onto-Ethologies, The Animal Environment of
Uexküll, Heidegger, Merleau-Ponty, and Deleuze, New York: Suny Press, 2008,
s. 183-84.
[9]
Organsız
Beden, saf imajsız bedendir. Deleuze ve Guattari bu ifadeyi Artaud’dan ödünç
alarak psikanaliz eleştirilerinin can alıcı çizgisine yerleştirirler. Organsız
beden temelde organlarla değil, organizmanın hiyerarşik yapısıyla mücadele
halindedir. Organizma, hücreden dokuya dokudan organa ve organizmaya doğru
lineer ve dikey bir çizgi izler. Organsız beden ise bir ilke etrafında organize
edilmeye, kodlanmaya ve fonksiyonlara bölünmeye direnir. Kaotik ve anarşik bir
bedendir o. Öte yandan Deleuze ve Guattari, Organsız Beden’i arzunun psişik
bastırmadan kurtulmasını sağlayan bir aygıt olarak toplumsalı kendinde kaydeden
bir yüzey olarak düşünürler. Organsız Beden bu yüzden içkinlik düzlemiyle
anlaşılabilir, yani hem ögelerin bireyleşmelerinin koşullarını içsel yoğunlaşma
eşiklerinde yakaladıkları hem de dışarı’yla aşkın olmayan bir bağlantının
gerçekliğinde ısrar ettikleri bir düzlemle. Bu açıdan Organsız Beden açısından düalist ayrımlar
geçersizdir. Ürün ile üreten arasındaki bölünme yoğunlaşmanın düzleminde
kendisine bir yer bulamaz. Biz Organsız Beden ifadesini kullanarak, Ses’in hiyerarşik
bölünmelere izin vermediğini ve notalardaki bireyleşmenin içkinlik düzlemi
olduğunu ifade ediyoruz. Organsız Beden’in içkinlik düzlemiyle ilişkisi için bkz.
Deleuze&Guattari, A Thousand
Plateaus, s.506. Arzulayan-makineler ve Organsız Beden arasındaki ilişki
için bkz. Deleuze&Guattari, Anti-Oedipus,
trans. Robert Hurley, Mark Seem, Helene R. Lane, The Athlone Press, London,
1994, s. 9.
[10] Ana akım medya da ve birçok diğer
yayın organında insan ölümlerini duyurma biçimi sayıların tehlikeli bir
kullanımına işaret eder. “ trafik kazası: 7 ölü, 35 yaralı”. Ölümün ölü
bedenler üzerinden sayılabilir olduğu bir anlayışın temel derdi yaşam
hakkındaki kuşatıcı bir biyo-iktidarın şifrelerine bağlı olmasın! Yaralıların sayısal çoğunluğuna karşın ölülerin mutlak çoğunluğu karşısında ürpermemek
mümkün mü?
[11] Deleuze hem Logic of Sense’de hem de Guattari’yle birlikte yazdıkları A Thousand Plateaus’da düşüncenin
devletçi olmayan bir imgesinin arayışı içerisindedir. A Thousand Plateaus’da savaş makinesi ve göçebebilim tartışmasının
ikinci problemi bu soruyla açılır. “ Problem II: Düşünceyi Devlet modelinden
kurtarmanın bir yolu var mı?” Bkz. Deleuze&Guattari, A Thousand Plateaus, s. 374).
[12] Deleuze&Guattari, A
Thousand Plateaus, 470.
[13] Deleuze ve Guattari A Thousand Plateaus’un (Bin Yayla) Treatise on Nomadology- The
War Machine (Göçebebilim Üstüne
İnceleme- Savaş Makinası) adlı
yaylasında göçebe varoluşun sayısal ögelerle zorunlu bağlantıları olduğunu
düşünürler. Öyle ki devlet, ordularını sayısal bir düzene göre organize etme
pratiğini dahi devlet aygıtlarına dışsal olan ve bir direniş alanı kuran savaş
makinasının sayısal doğasından alır. Devletin kapma aygıtları kendi dışarısına
kaçan tüm göçebe varoluşları içselleştirmeye dayalı bir strateji izlerken
sayıyla içsel ilişkileri olan yersiz-yurtsuzlaşma güçlerini de yukarıdan
kodlamaya çalışmaktadır. Bkz. Deleuze&Guattari, A Thousand Plateaus, s. 387-88-89-90)
[14] Heidegger’in zamansal ilişkiler
bağlamında sayılar hakkında söyledikleri ilginç bir tartışma alanı oluşturur:
“Önce ve sonra zorunlu olarak erken ve geç değillerdir, zamansallığın tarzları
değillerdir. Aritmetik dizide örneğin, 3, 4’den öncedir ve 8, 7’den sonradır.
Ancak 3, 4’den erken değildir bu açıdan. Sayılar erken ya da geç değildir,
çünkü onlar asla zaman içerisinde değildirler.” Bkz. Heidegger, The Concept of Time, trans. William
McNeil, London: Blackwell Publishing, 1991, 13 E.
[15] Söz konusu üretici bağlantıların
ses dizilerinin sayısal karakteriyle ilişkileri de göz önünde
bulundurulmalıdır. Tüm sesleri kat eden bir kromatik
dizi kök ve referans noktalarını sürekli dönüştürerek farklılaşmanın
dışlayıcı olmayan müzikal bir pratiğini meydana getirir.
[16] Bir süredir bu metnin içerisinde
bir hayalet gibi gezinen biz ifadesi
de nereden çıktı! Ben sayısal olarak bizden azdır; peki bu onun azınlık
olduğunu gösterir mi? Ben kavramıyla gösterilen kendi üzerindeki otoritesiyle
meşhur bir Ego ise bu onun yalnızca ezici bir çoğunluk olduğu anlamına gelir.
Eğer biz kavramıyla ifade edilen, bir norma göre kapalı bir organizasyon üreten
bir topluluk değil de etkilerin bir alaşımıysa biz’in azınlık olduğu
söylenebilir. Çünkü bu durumda o anonim bir alana dönüşmekte kendisi ya da
diğerleri üzerindeki egemenliğiyle tanınan bir Ego’nun oluşumuna müsaade
etmemektedir. Biz, anonim bir doğaya sahipse bizim gezi’nen benlik dediğimiz
varlık bir ifadesini de onda bulur.
[17] Para’nın sayıyla ilişkisini bir an
göz önüne aldığımızda garip bir şeyle karşılaşırız. O, sayılabilir olmayan
azınlıkların tam zıttı bir hatta ilerlemektedir. Her şeyi sayılabilir ve
ölçülebilir kılmak, her şeyi paraya çevrilebilir kılmak onun temel hedefidir.
Bu açıdan bir yere kadar sayıyla içsel ilişkiler kuran para kendi evrimini
sayıya dönüşerek sürdürmektedir.
[18] Bir ve Çok
ilişkisi sayılabilir varlıklara gönderme yaparken azınlık ve çoğunluğun
standart kullanımını meşrulaştıran bir mantığı da meydana getirir. Çok’un
Bir’de eritilebilmesinin koşulu homojen bir yapının merkezi gücünün diyalektik
düşüncede hala hüküm sürmesidir. Çokluk ise Bir ve Çok diyalektiğine girmeyen
bir başka varoluş tarzını gündeme getirir. Deleuze, çokluk’un bu tarzdaki
diyalektikten bir kaçışa işaret etiğini düşünür: “Çokluk kavramının çok önemli
bir tarafı da, Bir ve Çok teorisinden ayrıldığı yerdir. Çokluk kavramı bizi Bir
ve Çok’ terimleri içinde düşünmekten kurtarır” Bkz. Deleuze, Bergsonism, trans. Hugh Tomlinson and
Barbara Habberiam, London: Continuum, 1991, s. 43.
[20] Smith, D. 1999, The Place of Ethics in Deleuze’s Philosophy:
Three Questions of Immanence, s. 253-54.
[21] Deleuze, Nietzsche and Philosophy, s. 123.
[22] Reaktif güçler bir eylemi
sınırlayarak bir eylemle karşıtlık kurarak, eylemin bir kopyasını, imajını
üreterek aktif güçlerle zıtlık oluştururlar. Bu yüzden reaktif güçlerin
olumlayıcı güçler karşısındaki stratejisi fiili parçalayarak suçlamanın,
vicdanın ve tahakkümün öznesini meydana getirmeye dayalıdır. Hınç, vicdan ve
çilecilik reaktif güçlerin stratejisinin üç varoluş tarzını oluşturur. O halde
reaktif olan pasiften farklıdır. Deleuze bu ayrımı incelikle çizer. “Nietzsche’de pasif, aktif olmayan anlamına gelmez, aktif
olmayan reaktif demektir; pasifse eylemsiz olan anlamına gelir” Bkz. Deleuze, Nietzsche and Philosophy, s. 112.
[24] Negri, Reliqua Desiderantur: Son Dönem Spinoza’daki Demokrasi Kavramının
Tanımlanışı Üzerine Bir Tahmin, Aykırı
Spinoza içinde, çev. Nurfer Çelebioğlu, Eylem Canaslan, İstanbul: Otonom
Yayınları, 2011, s. 57-63.