26 Şubat 2025 Çarşamba

SİYASETTE ESKİ YOL AYRIMI YENİDEN: DEĞER YARATMAK YA DA KENDİNİ TATMİN ETMEK*


Bu yazıda gerek Kürt Siyasal Hareketi ve devlet arasında sürdürülen “çözüm süreci” gerek HDP’nin seçim sürecinde gerçekleştirdiği atılımla daha çok tartışılır hale gelen “devrim-seçim”, “silahlı-silahsız mücadele” tartışmaları üzerinden Türkiye ve Kürdistan sol hareketi ele alınmaya çalışılacak; ortaya çıkan tablo ise, spekülatif ve belirsiz kalma pahasına, “değer yaratma” ve “kendini tatmin” siyaseti şeklindeki iki kutup arasında yorumlanmaya çalışılacaktır. Yöntemsel bir kaygı olarak belirtmek gerekirse bu yazıda teorik kaynaklardan hareketle bir düşünce sınamasına girişilmeyecek bunun yerine temel teorik yörüngeler güncel ve somut pratik tutumlar çerçevesinde ele alınmaya çalışılacaktır.

Giriş Yerine: Devrimci Mücadelede İki Tarz

Türkiye Devrimci Hareketi’nin (TDH) kullanageldiği siyasal mücadele yöntemlerini iki kutup arasına yerleştirerek işe başlamak gerekirse, bu kutuplardan birincisini illegal mücadele yöntemlerini esas alan ve bu temelde örgütlenerek rejimi rejim-dışı yollardan devirmeyi hedefleyen bir mücadele yöntemi olarak işaretleyebiliriz. Mücadele tarzının diğer kutbunu ise açık örgütlenmelerin ve siyasi parti vb. şeklindeki örgütlenmenin ağır bastığı açık mücadele biçimleri olarak vurgulayabiliriz. Elbette pek çok siyasi geleneğin bu iki mücadele yöntemini bir arada kullanmaya dönük çabaları bilinmekle birlikte, ben varmak istediğim noktaya doğru ilerlerken bu iki mücadele çizgisini iki kutup olarak belirtmekte fayda görüyorum.

Kabaca özetlersek, bu mücadele yöntemlerinden birincisi rejimi bir zor aygıtı olarak görür ve onu silahlı mücadeleler/ayaklanmalarla dağıtmayı, parçalamayı, ele geçirmeyi vurgularken diğer mücadele tarzı ise zorun toplumsal dayanaklarına vurgu yaparak daha çok yayılmayı, meşrulaşmayı, örgütlenmeyi, kitleler içinde kök salmayı hedefler. Birinci yöntem için temel mesele devlet ile halk yığınları arasındaki çelişkiyi ezilenlerin temsili zoruyla çözmek ve böylece kitleler nezdinden bir “ruh” olarak kök salmayı hedeflerken, ikinci yöntem daha çok kitleselleşme, sistemin içinden dışına doğru bir seyir olarak öne çıkar. Siyasal mücadelenin kimi tarafları da, genellikle, her iki stratejiyi de belirli şekillerde kullanma yöntemini benimser ve bu şekilde hem kitlelere ulaşma hem de kitleleri devrim hedefi doğrultusunda seferber etmeye çalışır. Ancak 1980 darbesinden bu yana, Kürt Siyasal Hareketi’ni ve son dönemde geliştirilen HDP pratiğini dışarıda tutarsak TDH’nin kitleleri rejim karşısında seferber ettiği ve rejimi tehdit eder düzeye geldiğini söylemek oldukça güçtür.

Üstelik, bu iki mücadele tarzının birbiriyle diyalektik bir uyum içinde olması beklentisini sarsan sorun sadece rejimle, kitlelerle, hareketin sınırlarıyla karşılaşmada doğan bir sorundan ibaret de değildir. TDH’nin bileşenleri de, yukarıdaki iki kutup arasında kendilerini yerleştirdikleri yere göre, sürekli olarak bir araya gelir ve sürekli olarak ayrılırlar. X hareketi Y hareketinin sağında, dolayısıyla Y de X’in solunda, buna karşılık Z en sağda ve hemen yanındaki T de onun solunda ancak X’in sağında belirir. Tüm bu sağ’da ve sol’da (altta ve üstte) yer almalar kaçınılmaz olarak görecelidir ve herkes kendi yürüdüğü yolu düz kabul ederek, yanındaki diğer hareketleri buna göre nitelemekte; üstelik bu nitelemelerin yol açtığı tartışmalar da pek ilgi görmektedir. Bu anlamda TDH, içindeki bileşenlerin birbirleri hakkında söylediklerini toplayacak olursak bir “küçük burjuva devrimci hareketler” topluluğu olarak nitelendirilmek zorunda kalır. Dolayısıyla açık çalışmayı biraz fazla önemseyen hareket diğerlerine göre “sağcı”, silahlı mücadele biçimlerini daha çok öne çıkaran bir başka hareketse “sol sekter” olarak anılır ve aynı kaba-taslak ayrımlar sürekli üretilir. Dolayısıyla TDH’nin iç hareketi, bu iki kutup arasında gidip gelmelerin tarihini sürekli olarak gözden kaçırmanın tarihidir, denilebilir.

Bu tabloya TDH’nin “komünist” hareketlerince “küçük burjuva milliyetçi” olarak kabul edilen Kürt Siyasal Hareketi ve onun TDH’nin pratiğini kat be kat aşan pratiği eklendiğindeyse artık sol siyasi yelpaze neredeyse içinden çıkılamaz bir hengâmeye düşmüş olmaktadır. Silahlı olması hareketin devrimci olmasına, devrimci olması komünist olmasına, komünist olması anti-faşist olmasına yetmemektedir; buna karşılık saflarında tek işçi olmadan işçi sınıfı devrimcisi olmak mümkünken, değil siyasi parti faaliyeti yürütmek seçimlere bir şekilde katılmak bile devrimci mücadeleye halel getirmek anlamına gelebilmektedir. Kürt Siyasal Hareketi’nin “barış süreci” içindeki konumunu eklediğimizdeyse ortaya neredeyse şizofrenik bir tablo çıkmakta, eline silah almamış hareketler silah bırakmanın teslimiyet olacağını söylemekte, buna karşın elinden silahı ve/veya şiddeti bırakmamış gelenekler ise HDP’nin genelde siyasal ortamda özeldeyse seçim döneminde yarattığı tüm siyasal olanaklara burun kıvırabilmektedir. Elbette benzer içerikteki araçları kendileri kullanmaktan imtina etmeden.

Dolayısıyla T(K)DH’nin pratik karşısındaki konumu oldukça çoklu bir görünüm arz etmektedir. Elbette çoklu bir siyasal hareketin zararı yoktur ve eşyanın tabiatına uygundur, denebilir ancak aynı zamanda açık bir enerji ve güç kaybına da neden olmaktadır. Teorik öncüllerden hareket edilerek yaşandığı kabul edilen tüm bu ayrışmaların neden olduğu teorik kakofoni, birbirini neredeyse aynı ithamlarla suçlayan hareketlerden de görüleceği üzere, ayrımları desteklemekte bu ayrımlar ancak rejimin topyekûn saldırısı karşısında belirsizleşmekte ve ilk fırsatta tekrar ortaya çıkmaktadır.

 O halde, belki pratikteki ayrımı aşmak üzere değil ancak teorik bir tartışmada siyasi hareketleri yerli yerine oturtmak ve onlara temel olan anlayışları daha sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmek için yeni ayrımlara gitmenin vakti gelmiştir. Zira, elimizde 40 yılı aşkın, mücadelenin her türünü deneyimlemiş bir gelenek söz konusudur ve bu geleneğin yarattıkları da yaratamadıkları da ortadadır. Buna Kürt Siyasal Hareketi üzerinden yaşadığımız güncel mücadele biçim ve olanakları da eklendiğinde tablo netleşecektir. Yazı boyunca varmaya çalışacağımız noktayı burada özetleyelim: Kürt Siyasal Hareketi de dâhil olmak üzere bugün tüm sol hareketleri kesen iki kutuplu ayrım, “değer yaratma siyaseti” ve “kendini tatmin siyaseti” üzerinden işletilebilir. Yazının ikinci ve temel argümanı olaraksa silahlı mücadele başta olmak üzere rejim dışı mücadele olanaklarının sınırı belirlenmiş ve devrimci mücadelenin, devleti dönüştürmenin veya yıkmanın temel olarak kitlelerin hareketiyle yapılabileceği, bu dönüşümü sağlayan unsurun, yani kitlelerin esas silahınınsa silahlı-silahsız mücadeleler değil mevziiler ve özellikle de mümkün mertebe herkesi kapsayan-dönüştüren mevziiler olduğunun açığa çıktığı savı kabul edilebilir. Örneğin tümüyle ve belki de aşırı silahsız bir hareket-olay olan Gezi, kendisinden sonraki tüm siyasal uzamı belirleme kudretini açığa çıkarmıştır. Dolayısıyla değer yaratma siyaseti aslen mevzii yaratma, daha doğrusu mevziiler yaratılmasına olanak tanıyacak değerleri ve tarzları yaratma siyaseti olarak karşımıza çıkarken, kendini tatmin siyasetiyse mevziileri kullanan ancak mevzi yaratma perspektifinin uzağında hareket eden, aksine çoğu durumda mevziiyi aşındıran, bu aradaki mesafeyi ideolojik veya kimlik gibi dolgu araçlarla kapatmaya çalışan hareketler ya da tutumlardır.

Yazı boyunca buraya varmaya çalışırken, izleyeceğim yolun temelini güncel mücadeleler hakkındaki kimi –bence- açık örneklerin oluşturmasına gayret edeceğim. Bununla birlikte TDH’nin 40 yılı aşkın süre boyunca başarılı olduğu ve kazanım elde ettiği örnekler (İHD, ÇHD, Cumartesi İnsanları gibi) belirtilerek, açık mücadele araçlarını temel alan yaklaşımlara karşı hayırhah tutumu görünür kılmaya çalışacağım. Türkiye’de tek bir Marksizm anlayışı olmadığının farkında olarak, ben yine de, ortalama bir Marksist anlayış kabulü üzerinden ilerleyerek, TDH’nin geneline damgasını vuran bu vasat tarih anlayışının onu nasıl kendini tatmin sınırlarına hapsettiğini görünür kılmaya çalışacağım. Elbette düşünerek yazma eylemi ve spekülasyonun kötü ününden fikirlerimi korumaya çalışarak.[1]

Hem Kısa Hem Uzun Bir Tarih

Yukarıda bahsettiğimiz ortalama Marksist tarih okumasının temel çelişkisi şudur: Bir yandan tarih, son derece uzun erimli bir akıştır. Sadece feodal dönem olarak kodlanan dilim yüzyıllar sürmüştür ve kapitalizm buradan bakıldığında çok kısa bir geçmişe sahiptir. Ama öte yandan Marksistler arasında tarihi hızlandırabilmek için sürekli bir irade vurgusu vardır ve bir an önce “devrim yapmak” ilkesiyle hareket eder; bir diğer deyişle davranışlarını şu an ortada olmayan ancak daima ve mutlaka gelecek olan devrime göre düzenler. Tüm devrimci partiler, devrimin olanakları olduğu için vardırlar. Dolayısıyla devrimin koşulları –ve hatta kimisine göre kendisi - her zaman ve son derece hazırdır. Emperyalizm, kapitalizmin son aşamasıdır ve o halde komünizm ufuktadır. Dolayısıyla hem tarih uzundur, hem de tarih kısadır, hatta sonu ha geldi ha gelecektir, en azından son aşamasındadır.

Aynı ikili tarih bakışı kapsamında, hem insanların iradelerinden bağımsız ilişkilere girerek çeşitli toplumsal yapılara dâhil olduğunu söylemek hem de tarihin kurucu rolüne sahip bir özneden bahsetmek gibi bir dilemmaya açılır Marksist devrimcinin yolu. Hem koşullar sürekli irademizi belirlemektedir ama hem de belirleyici bir özne olunabilir. Ancak tarihin hangi öznede nasıl ortaya çıktığı, bireylerin tarihe nasıl katıldığı muammadır. Tarihin içindeki özne nasıl olur da içinde olduğu şeyin bütününe etkide bulunabilir? TDH’nin bu soruya bulduğu çözüm, tarihin dışına çıkıp tarihe müdahale etmek ve konumu da bu yüzden tarih dışı olmak mıdır? Aynı anlama gelmek üzere, tarih biz bir şey yapmasak bile komünizme evrilir mi? Yoksa kapitalizm ne kadar çürürse çürüsün iradi bir yıkıcı kuvvet, bir mezar kazıcı olmaksızın yıkılmaktan kendini kurtarabilir mi?

Marksistler ikisini birden savunacak ilginç bir söylem geliştirirler. Bir yandan tarihin komünizme evrileceği kesindir. Bu diyalektik materyalizm isimli düşünce mekanizması tarafından tanıtlanmıştır. Öte yandan kimse bir şey yapmadan kapitalizmin çökmeyeceği bilgisi de Marksist bir doktrine ihtiyaç duymaksızın ampirik olarak kesindir ve Marksistler de bunu kabul etmekte, hatta bu noktaya büyük önem vermekte ve devrimci pratiklerini bunun üzerine inşa etmektedirler.

Burada karşımızda teori ile gerçeklik arasında, Foucault’un deyimiyle, “kapanmayan bir diş açıklık” ortaya çıkar. Teoride her şey doğrudur, pratikte her şey hazırdır. Ancak teori ile pratik asla bir araya gelememekte, tüm pratik çabalar, aksine, tam aksi istikamete evrilmektedir. Teori ile pratik arasındaki her şey tümüyle birbirini çağırmasına rağmen bu mesafe bir türlü kapanmamaktadır.

Siyasal Marksist tarih anlatısının söylemsel sorununu aynı şekilde ikili bir özne anlayışı çözer: Teoride, özne tarihin öncüsü, taşıyıcısıdır ancak pratikte onun hizmetkârı, çoğu kez onun gerçekleşmesi için kendini feda etmek zorunda kalan şeydir. Buna göre özne, son kertede belirli tarihselliklerin toplamı ve kesişimidir. Ama aynı zamanda öznenin kendisi tarihtir. Diyalektik her şeyi öğüten ve ondan istediğini alan bir makine gibi çalışır. Özne hem hiçtir hem de neredeyse aşkındır; her şey içkinlik yasalarınca işler hem de çok açık bir dışarısı vardır: sermaye.

Bu çelişik görünen ancak Marksist düşünce içinde daima bir arada bulunan iki yörünge – zıtların birliği- , Marksist gelenek içine kendisini konumlandıran siyasal yapılarda iki temel konumu belirler. Birincisi, tarihin uzun karakterine ve buna paralel kitle hareketlerine önem veren bir konumdur ve bu konum, kendi dışındaki çevreler tarafından genellikle “reformist, revizyonist, oportünist” gibi sıfatlarla anılır. İkinci akım/konum eylemin yıkıcılığına vurgu yapar ve başta silahlı mücadele adı verilen biçimler olmak üzere “yasadışı” mücadele biçimlerine öncelik verir. Burada “en doğrusu en radikalidir” diskuru önemlidir.[2] Bu kesimler de yine kendi dışındaki Marksist gruplarca goşistten tutalım sol çocukluk veya narodnikliğe, sol sapmadan sol tasfiyeciliğe kadar bir dizi isimle “taltif” edilirler.

Bu iki akım arasında üçüncü bir de çizgi vardır. Burada ilişki daha pragmatist yürütülür: keskin kutupluluk değil orta kuşaklar, karışımlar, melezlikler önem kazanır; burada diyalektiğin birbirleriyle barıştırmadan bir arada sürdürdüğü zıtlıklar karşımıza farklı kılıklarla çıkar. Marksist söylemde zıtlık karşıtların birliği olarak çalışır ancak bu karşıtların nasıl sentezlendiği konusunda ciddi bir düşüncesizlik mevcuttur. Evet iki karşıt sentezlenmektedir, ama neye? Nasıl? Hangi prosedürler ve işlemlerle? Hangi sentezleyiciler tarafından, neye istinaden? Üstelik bu kez pratikte de benzer bir işlem sürmektedir: Toplum, melezleşmenin, ortaklaşmanın, farklılıklarla bir arada olmanın yollarını arar ve buna meylederken varsaydığımız Marksist okuma toplumu kutuplaştırma temelinde ele almaya devam ederek devrim güçleri ile toplum arasındaki makas da giderek açılır.

Sol hareketin devinimini kuşatan bu ilişkisellik çeşitli biçimler altında sürekli yinelenir ve aynı kaynaklardan beslenen, birbirlerine benzeşen hareketler arasında dışarıdan çok da manalı görünmeyen sayısız bölünmeye neden olurken, temeldeki sorun ise unutulur: Tarih uzun mudur kısa mı? Eğer kısaysa neden uzamaktadır? Eğer uzunsa bu acelenin ve iradeciliğin nedeni nedir? Eğer tarih bazen hızlı-kısa bazen yavaş-uzunsa, yukarıda saydığımız tüm stratejik konumlanmaların mutlak bir anlamı var mıdır, dahası, olabilir mi? Eğer komünistler de her şey gibi tarihin yapıcıları değil de tersi doğruysa, o zaman komünist olmanın bir anlamı var mıdır?

Burada radikal bir karşılaşma vardır. Soru, reddedilecek ve yanıtlanmayacaktır. TDH’ndeki söylemsel kutuplardan birisi, kutuplaştırıcı olanı, melezlikle, kendisi olmayanla ve aslında kendisiyle karşılaştığında ne yapacaktır? Söz konusu söylem, bu karşılaşmada sorunu pratiğe ve devrimci ahlaka dönüştürür ve devrimci siyaset uzamını devrimci olmayana kapatır. Ama bu da absürt noktanın güçlenmesinden başka bir sonuca hizmet etmeyecektir. Devrimciler devrimi nerede yapacaktır? O yüzden her pratik çaba, bu soruya sözsüz bir yanıt sunacak ve verdiği yanıtın mantığını sürekli olarak üretmekle yükümlü olacaktır. Devrimci ahlâk, yurtseverlik onuru gibi kavramların devrimci tartışmalarda bunca çok geçmesinin anlamı da burada ifadesini bulur. Bunlar öylesine büyülü kelimelerdir ki absürde yakalanmaktan korkan tüm “tanrı-tanımaz” Marksistler/devrimciler bu sorun karşısında hem başlangıçtaki hareket noktalarını hem de varmayı istedikleri noktaları, bu sorudan duydukları dehşetin karşısında nereye sürükleneceklerini, ne kadar dogmatik, ne kadar tutucu, ne kadar idealist bir hal alabileceklerini düşünmez ve tarih mefhumunun ne olduğunu unutuverirler. Burada Nietzsche’nin meşhur horror vacui’si, yani insan isteminin temel gerçeği olarak nitelediği boşluktan korkusu[3], söz konusu Marksist söylemi üstlenenlerin ruh halini özetleyen sihirli bir sözcük halini alır. Eylem artık toplumsal mücadelenin gerekleri olmaktan çıkar, devrimci bireyin ve kurumun ahlakının bir gerekliliği ve ispatı hâlini alır. Böylece toplumsal mücadelelerin üstüne geçen bir devrimci ahlak inşa edilmiş olur. Burası sol hareketlerin tarih dışılaştığı, toplumun üstüne çıktığı bir momenti kurgular. Tıpkı devlet gibi devrim de bu uğrakta halkına yabancılaşır. Olmayan devrimin, akmayan tarihin metafizik büyüsü, Narkissos’un baktığı suda gördüğü suret tam burada belirir. Tutuculuk bu korku ve boşluğun bir vektörüdür.

Uzun Değil Çok Uzun Bir Tarih

Oysa daha uzun bir tarihten de söz etmenin burada terapik[4] bir etkisi olabilir. Herodotos’un Tarih kitabı, baş vuracağımız birinci kaynaktır.  Herodotos, Orta-Doğu, Ön-Asya, Kuzey Afrika ve Avrasya olarak isimlendirilebilecek alan üzerinde bir gezintiye çıkarak bize bu kültürlerin, coğrafyaların tarihini anlatacak ve geride devasa bir eser bırakacaktır.

Eser öylesine geniş öylesine zengindir ki bize gezdiği coğrafyalardaki yemek kültürünü, kanlı ve bol ihanetli iktidar savaşlarını, siyah giyinen halk Melankhlenosları[5], cezalandırmadaki şiddeti, iç ve dış iktidar savaşlarını ama en çok da akan kanı ve kanın akışındaki vahşet biçimlerini anlatır. Gerçekten de Herodotos’un yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce yazılmış kitabını okuyan birisi bugün IŞİD’in diri diri pilot yakan, kafa kesen dehşetine baktığında şaşırmayacak ve Ortadoğu’da bu sürede hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu söyleyecektir. Marksist öğreti açısından feodalizm, kapitalizm, sosyalizm deneyleri yaşanmış bir coğrafyada öte yandan da hiçbir şey yaşanmamış ve değişmemiş gibidir. Bu coğrafyada binlerce din ve peygamber yetişmiş ama şiddet ve vahşet hiç değişmemiş, sürekli yinelenmiştir. Öyle ki, hele de Batı’da ve Uzakdoğu’daki muadillerini, örneğin dünya savaşlarını, hesaba katınca, insanın türsel olarak bir “terörist” olduğuna dahi inanmaya meyledebilir okur. Adeta sömürüye ve kültürün her biçimine önsel bir savaş ve şiddet vardır bu coğrafyada. Sürekli ve kesintisiz savaş,  farklı biçimler altında ama vahşet dozu düşmeden devam etmektedir. Halka açık idam törenlerinin, kılıçla kafa kesmelerin devletlerin gösteriş şenlikleri; intihar saldırısının en baskın saldırı ve direniş biçimi; doğusunda kadın olmanın tecavüz, batısında 20 yaşında bir genç kız olmanın bedelinin parçalanmak ve yakılmak olduğu bir coğrafyanın şiddet tarihinden söz ediyoruz.

Tarihin ne kadar uzun olduğu ve sürdüğünün en kuvvetli örneklerinden bir diğeri, Nietzsche’nin Ahlakın Soykütüğü Üstüne isimli şaheseridir. Bu kitapta, Nietzsche insanın cezalandırma ve vahşette bulduğu şölene büyük bir yer ayırır ve “altına maymunların dahi imza atacağı denli eski çok insanca kimi ilkeler”den söz eder[6]. İnsanın maymunda olduğunun, maymundaki insanın bu vurgulanışı, bize uzun tarihin gerçekten de ne kadar uzun olduğunu gösterir iyi bir örnektir. Söz konusu şiddet de ancak böylesi bir uzun tarihte vücut bulabilirdi zaten.

Edgar Morin’in Yitik Paradigma: İnsan Doğası isimli başyapıtı da uzun insanlık tarihine dair bir diğer provokatif çalışmadır. Buradaki uzun tarih, insan toplumunun değil insan türünün uzun tarihidir ve toplumlar ancak bu evrimsel zemin üzerinde evrilmekte, iktidar yapıları da eğer d/evrileceklerse ancak bu evrimsel yapı üzerinde d/evrilmektedirler. Burada insan türünün bir anlamda aklı nasıl icat ettiği anlatılır ve bunun ölümle olan ilişkisine dikkat çekilir. Bu büyüleyici eserden şu satırları burada anmak isterim:

            Güven verici ve rahatlatıcı sapiens kavramının ardına saklanan insanın gerçek yüzü ortaya çıkıyor. İnsan, yoğun ve kararsız bir duygusallığa sahip, gülümseyen, gülen, ağlayan,  endişeli, kaygılı, oyuncu bir canlı; mest olan, kendinden geçen ve seven bir varlık; hayallerle dolu, ölümü bilen ama ölüme inanamayan bir yaratık; miti ve büyüyü yaratan, kendisine hayaletlerin ve tanrıların musallat olduğu, hayal ve vehimlerle beslenen, nesnel dünyayla daima kararsız ilişkiler içinde olan öznel bir canlı; hataya, gaflete açık, düzensizlik yaratan müfrit bir varlıktır. Ve hayali olan ile gerçek olan arasında gidip gelmelerin, kararsızlığın, istikrarsızlığın, ölçüsüzlüğün ve vehimlerin bir arada oluşuna, nesnel ile özneli, yanlış ile düzensizliği karıştırmaya delilik adını verdiğimize göre homo sapiens’in homo demens (deliler, bn.) olduğunu görmek zorundayız.[7]

 

TDH İklimi Tehlikede: Buzlar erirken

Sınıflı toplumların tarihini değil de türün tarihini veri almak ve siyasetle olan ilişkimizi de buna göre şekillendirmek iki sonuç yaratır: Birincisi, türü merkez almak demek türü tanımlamak, tarif etmek, türün sadece biyolojik değil aynı zamanda psikolojik evrilişinin seyrini de incelemek ve tüm toplumsal, tarihsel olay ve kurumları da bununla ilişkisi içinde ele almak gibi ciddi bir felsefi tartışma ve çaba gerektirir? Tür nedir? Türü türden ayıran sınır nerede başlar? Hangi ayrımla başlamalıyız? Türün olanakları ve oluşu içerisinde, olmakta olan, fenemonolojik düzeyde, nereye oturmaktadır? Tür merkezli bir siyaset nasıl olabilir veya olabilir mi? Tür dediğimizde bir ontoloji kurmak zorunda mıyız yoksa eni-konu bir akış felsefesi, hareketin ilkelerine, mantığına sirayet etmeye çalışan bir alet-kutusu bu konuda bize yeterli olacak mıdır? Yoksa felsefe yine modern mağarasına girecek ve bize yeni bir “tarih felsefesi” mi sunacaktır?

İkincisiyse, insan toplumunun tarihi yerine insan türünü koymak siyaset alanımızda nasıl bir etkide bulunacaktır? Bu bakış açısını benimsememiz halinde bugüne kadar kullanılan mücadele araçlarının hangilerini öne çıkacak hangileri geride kalacak veya belki de tümüyle sahneden silinecektir?

İlk sorunun kısa yanıtı olarak, şimdilik yapabileceğimiz bu türden bir felsefi çabaya girişmek gerektiğini vurgulamaktan ibarettir. Günümüzde pek çok parçası bulunan söz konusu unsurları başka bir yerden yorumlamak gerekecek, insanla dünya arasındaki ilişkiyi yeni bir perspektiften kurgulamak gerekecektir. Bu anlamda, günümüzün Marks’ı değil Kant’ı (Kantçısı değil) olmak zorundayızdır. Olanakların tahlili olarak eleştiri, kendilik eleştirisiyle birlikte bize yeni mevziler hakkında ne söyleyebilecektir? Bu belki de başlı başına bir kitap konusu olabilecek tartışmanın hazır yanıtı yoktur, daha çok bu konuda kafa patlatılmaya ve cesur olmaya ihtiyaç vardır. Mevzilerin temel mekânı ve bir olanak olarak bu yorum geliştirilmeden, siyaset anlamında, toplumda işleyecek tek şey “zorunluluk mantıkları”dır. Sınıf mücadelesi, işleyen mantıklardan sadece birisidir ve tüm diğer mantıkları kendi mantık dizgesi altında toplayacağını beklemek için hiçbir neden yoktur. Hatta genel olarak da tersi söz konusudur. Grev, “düşman” için teslim alması en kolay silahtır.

İkinci olarak sınıflı toplum tarihi merkezli felsefi ve siyasi yorumları terk etme zorunluluğu, bu bakış açısının yarattığı başarısızlıklar nedeniyle de zorunludur. Rus devrimi 70 senede iflas etmiştir ve sosyalistler daha bu çöküşün analizini bile yapamamışlardır. Devrim ve iktidar mücadelelerinin görünüşte başarılı olduğu her yerde geri dönüş ve karşı-devrim galebe çalmıştır. Çin, muazzam bir kötü örnektir. Belki başarılı sayılabilecek en klasik örnek Küba’dır ve Küba da yaşadığı büyük sıkıntılara rağmen bir ada olmanın avantajını yaşamaktadır. Öte yandan tüm büyük devrimci mücadeleler muazzam kayıplara rağmen yenilgiyle sonuçlanmıştır. Buna karşı ulusal mücadeleler çok daha başarılı olmuş ve genellikle ya amaçlarına ulaşmış ya da inkâr edilemez bir meşruiyet kazanmıştır. Bunun nedeni elbette içsellik - dışsallık ilişkisinde aranmalıdır ve yazımızın devam eden kısmında Kürt meselesi üzerinden bu nokta örneklendirilmeye çalışılacaktır.

Sınıf toplumlu açıklamaları merkez alan siyasetin tek başarısızlığı bu da değildir. Sonuç alma, hak mücadelelerinden başarıyla çıkma, rejime geri adım attırma gibi konuların tümünde de Türkiye sol hareketlerin karnesi pek başarılı değildir. Söylemindeki tüm haklılık ve açıklığa rağmen (herkesin bildiği açlık, sömürü, baskı, yolsuzluk vb. kavramlar) toplumda etkide bulunamamakta, ödediği muazzam bedellere nazaran hedeflerine kıyaslı çok daha küçük kazanımlarla (dergi, sendika, meslek örgütleri gibi mevziiler) yetinmek durumunda kalmaktadır. Dolayısıyla bu pratikte bir sorun olduğunu, harcanan muazzam emek ve ödenen bedel karşısında elde edilenlerin çok sınırlı olduğu (buradaki sınırlılık ‘hedef’le kıyaslanarak düşünülmelidir) çırılçıplak ortadadır.

Peki bu pratik nasıl aşılacaktır? Bunun önündeki en büyük engel, TDH’nin genelini kapsayan bir iradecilik mantığıdır. Öncüye, dolayısıyla kendine, atfettiği bu narsistik rol TDH’nin toplumla, kitlesiyle arasında derin bir mesafe kurmuş, büyüsüne kapıldığı iradesini var etmek için toplumsal mücadelelerin gerçekliğinden kopuk bir alanda TDH daha çok kendi kendine cereyan etmiştir. Tüm iradeci, devrimci, eylemden yana, silahlı mücadeleyi devrimci mücadelenin ispatı ve koşulu gören yaklaşımlar, sonuç olarak ancak meslek örgütleri, gazeteler, müzik grupları, sanat kurumları elde edebilmiştir.

Dolayısıyla sınıflı toplum açıklamalarını merkez alan siyasetlerin gerçeklikten kopuşu ve söz konusu açıklamaların teorik yetersizlikleri belki iki farklı düzlemde ancak aynı potada birbirlerinin karşısına çıkmıştır. İnsanı tartışmak, kaçınılmaz olarak kültürü ve türü tartışmak haline gelmiş ve bu tartışmaları yapanlar da siyasal mücadelelerde ağırlık noktasını sınıfa değil kimliğe, devrime değil iktidara, onun işleyiş biçimlerine vermiştir. Kürt Hareketi’nin geliştirmeye çalıştığı yordam bu perspektiften başka bir anlam kazanır. Belki birisi henüz nüve halinde olan iki açıklamaya dayanan iki siyaset tarzı birbirlerinden farklılaşmış ve her ikisi de üstün ve zayıf taraflarını en açık halleriyle taşımaya başlamıştır.  

Spekülatif bir alanda olduğumuzun bilinciyle tekrar edecek olursak tarihin, toplumların ve aynı anlama gelmek üzere sınıfların tarihi olduğunu kabul etmek yerine, insanlık tarihini hem kültürel hem de antropolojik, dolayısıyla psiko-biyolojik bir türün tarihi bağlamında ele almak siyasal açıdan pek avantajlı görünmemektedir. Tarih, sınıflı toplumların tarihinden başlatıldığında ve iktidar ilişkilerinin dönüşüm mantığına göre ele alındığında karşımıza çıkan mantıklı ve çizgisel ilerlemenin (ilkel komünal-köleci-feodal-kapitalist-sosyalist-komünist) konformizmi ortadan kalkar. Türü merkez alan bir siyaset düşüncesi, daha ilk adımında topaldır: Tür nedir? İnsan varlığını, insanal varlığı tür olarak kodlayacak yapı ve alet çantası nerededir? Türü türden ayıran sınır nereye çizilecektir? Üstelik bu türden bir bakış açısı türcülük, biyolojizm gibi geçmişte tehlikeli sonuçlar üretmiş biyo-iktidar deneyimlerinin tekrarının ötesine geçememe riski taşıyacaktır. Dolayısıyla tür düşüncesi, belirli bir yaşam merkezcilik ve evrim göndermesi yapsa da köken ve başlangıç belirtemeyecek dolayısıyla belki de kısır bir döngüye hapsolmamıza neden olacaktır. Kaldı ki eğer türle ilgili bir bakış açısı geliştirilebilirse de bu açıktır ki siyaset alanından çok felsefe alanında, yani değiştirme değil de yorumlama alanında geliştirilebileceğinden bu siyasal olarak hiçbir şey yapmamamız ve her şeye boş vermemiz anlamına gelecektir. Tam da bu belirsizlik ve karar verilemezlik (Pascal ve Derrida burada bize önemli hizmetlerde bulunurlar) anında karşımızda, önümüzdeki siyasal uzamı doğru okumak ve doğru sonuçlar çıkartmaktan başka ihtimal yoktur.

Tam da burada Türkiye’nin güncel durumu ve TDH’nin deneyimi bizim teorik kararsızlıklarımızı yontarak yürümemizin mümkün olduğu yolun açılmasına eşlik eder. Devrim ile Karşı-Devrim arasındaki diyalektiğin güzel bir örneği olarak iktidar, kendi eliyle direnişin aletlerini yaratırken bir yandan da bu aletleri kullanacak olan çokluğu oluşturur. Geriye kalan, bu çoklu alanın içindeki iradeler ve mantıklar arasındaki bir mücadeledir. Bu alanda hangi irade egemense, rejimin sınırlandırmaya çalıştığı alet edevatı kullanmaya kim daha muktedirse o kazanacak ve karar da böylece tarihin akışı içinde gerçekleşecektir.

Klasik Marksist söylemin ne ölçüde darbe aldığını görmek için iktidarın yapıp ettiklerine kabaca göz atmak yeterlidir. Sadece 12 yıllık AKP dönemi bile, hiç de iktidarın mutlak bir burjuva baskı aracı olmadığının, iktidarın da çıkarlarının gerektirmesi durumunda burjuvaziye kafa tutabildiğinin, bir kişinin iradesinin ve bu kişinin öznelliğinin tüm diğer belirleyicilerden daha önemli bir hal aldığı bir ortam sunmaktadır bize. Alt yapı üst yapı tartışmalarını boşa çıkaracak türde canlılıkta gerçekleşmektedir her şey. Burada söz konusu olan sınıflar değil, hareketlerin, ailelerin hatta kişilerin çıkarları, arzuları ve hedefleridir. Ortada bir ezen-ezilen ilişkisi varsa bile bu oldukça girifttir, çünkü birden çok fay hattı bulunmaktadır. Tüm bu ortamda elinde Marksist programla gezmenin pratik karşılığı şudur: Gezi’yi hiç kimse beklemiyordu! O halde soru da şudur: O halde Marksist programların bir önemi var mıdır?

Söz konusu ayrımı canlı izlemenin çok kolay ve mümkün olduğu bir diğer alan da tüm toplumsal muhalefeti kapsayan tartışmalardır. Özellikle “çözüm süreci”yle bu tartışma çok daha yakıcı bir hâl almış görünmektedir. Öyle ki hayatında silahlı ya da radikal mücadele biçimine başvurmamış hareketler bile Kürt hareketinin silah bırakma ihtimalini dünyanın sonu gibi görmekte ve çeşitli açıdan ona saldırmakta beis görmemekte; buna mukabil elinde silahı olsa bile Çağlayan Adliyesi’nde polisle müzakereden imtina etmeyen gruplar müzakereyi zinhar günah ilan edebilmekte; Grup Yorum ve ÇHD gibi kurumlar mecliste CHP milletvekilleriyle basın açıklaması yaparken[8] aynı siyasal evreni paylaşan bu kesim, Kürt hareketinin benzer mevzileri bizzat öz-gücüne dayanarak işletmesine ilkesel olarak yani kökten itiraz edebilmektedir.

Aynı tutarsız tartışma seçim çalışmaları konusunda da görünmektedir. HDP’nin seçimlere girmesi, barajı aşması durumunda rejimi içinde bırakacağı kriz aşikâr; rejimin açmazından kurtulmak için seçimleri ertelemek gibi bir silaha bile başvurulabileceği yüksek sesle dile getirilirken seçimlerde HDP’ye oy vermenin reformist bir tutum olacağını söylemekten duyulan haz hâlâ gizlenememektedir. Üstelik eleştiri sahipleri kendi mantıklarının 40 yıllık sonuçsuzluğuna ve Kürt hareketinin sonuç almadaki mahirliğine de aldırış etmemekte; ortada açık seçik duran bakiyeyi hiç üstlerine almamaktadırlar. Dolayısıyla pratiğin kendisi, Türkiye Devrimci Hareketi’nin kaba Marksist ve ekonomist indirgemeciliğini, iradeciliğini, mahareti kendinden menkul öncülük iddiasını yok edip atmıştır. Tam burada “Kendini tatmin siyaseti” ile “değer yaratma siyaseti” arasındaki ayrım belirginleşmeye başlamıştır. Üstelik ayrım, sonuçları doğrudan pratikte hüküm süren bir şekilde kendini göstermektedir.

Ezilenlerin Uzun Mücadele Tarihi

Eğer insan türünün ve toplumların yaşamında bir ilerleme veya kazanımdan bahsedilecekse, bu kazanımların temel özelliği geri döndürülemez oluşlarıdır. İnsanlığın ve tür olarak insanın hafızasına, genetik kodlarına kazınmış bu gelişmeler, insan türünün gelecekteki hayatı nasıl olursa olsun arkaik biçimde bile olsa işleyişlerini sürekli devam ettireceklerdir. Örneğin, dil ve aletler böylesi kazanımlardır.

Peki, siyasal ve toplumsal mücadelelerde yukarıda verdiğimiz örneklerin muadili nedir? Eğer onurlu, adil, özgür vb. türden değerlerle anılacak bir yaşantımız veya insan toplumunun bu türden kazanımları varsa bunun altındaki temel faktör nedir ve nerede aranmalıdır?

Bu sorunun yanıtı hiç şüphesiz kan, gözyaşı ve savaştır. İnsan toplumunda tek bir hak yoktur ki, uğruna oldukça orantısız bir şekilde kan dökülmeden kazanılmış olsun. Veya tersten hiçbir hak yoktur ki yine orantısız bir şekilde kan dökülmeden gasp edilmemiş olsun. Kazanım ister hakiki ister biçimsel olsun tümüyle kanla, yıkımla ve savaşla kazanılmıştır. Diyelim ki salt bir ideal ve biçimsel bir örnek olarak kabul edilecek olsa bile Birleşmiş Milletler kurumu ve nosyonu İkinci Dünya Savaşı’ndaki korkunç yıkımın ardından gelmiştir. 8 Mart, 1 Mayıs, seyahat hakkı, iltica hakkı, anadil hakkı, genel oy hakkı gibi tarihsel gün ve haklar böylesi kanlı mücadelelerle kazanılmıştır. Daha pek çok örnek verilebilir. Ülkemizde Kürt kimliği kapsamında kazanılan haklar veya kat edilen aşamalara baktığımızda; Cumartesi Annelerine/İnsanlarına, Hayata Dönüş operasyonu sonrası süreç dışındaki tüm cezaevi direnişlerine baktığımızda aynı şeyi görürüz.

Elbette tarihin çok ama çok uzun, çok ama çok yavaş akışı içerisinde dökülen kanın hiçbir damlasının boşuna gitmediğini, tıpkı her bir yağmur damlasının eko-sisteme yeniden dâhil oluşu gibi, gönül rahatlığıyla ifade edebiliriz. Çünkü bir yandan da akan kana karşı insanlığın zihinsel atlası kan dökülmesinin önüne geçmek için büyük mücadeleler vermiş, tam da bu noktada insanlığın ilerlemesi, gelişimi, güçlenmesi türünden bir şeyden söz edebileceksek, kanın dökülmesinden çok dökülen kanın durdurulmasını sağlayacak yöntemlere odaklanarak gelişmiştir. Bu nosyon o kadar güçlüdür ki ülkemizdeki 12 Eylül askeri darbesi ve tüm evrensel muadilleri, hatta kanlı savaşların kendisi bile “akan kanı durdurmak” kutsal değeri arkasına gizlenmiştir. Bu şüphesiz insan toplumunun uzun tarihi içinde kan dökmenin, kendi kanını akıtmanın giderek daha az arzulanır ve faydalı bir unsur haline dönüşmesinden kaynaklanır. Kim bilir artık insanda, döktüğü kanın bedeli olarak, kandan duyulan bir tiksinti peydah olmaktadır!

Ülkemizden güncel örneklerle bu noktayı çok daha açık ve net hale getirebiliriz. Örneğin gözaltında kayıplara karşı yapılan veya yapılabilecek hangi silahlı ve şiddetli eylemler bütünü, Berfo Ana’nın acısı kadar rejim üzerinde basınç oluşturabilir? Rejim üzerinde basınç oluşturacak yegâne unsur, gözaltında kaybetmenin kabul edilemez bir politika olduğunun bilinç ve vicdanlarda açık hale gelmesiyle mümkündür. Öte yandan silahlı mücadele biçimlerinin daha sonuç alıcı olduğunu söylememiz için bir neden yoktur. 

Bu açıdan bakacak olursak 90’lı yıllarda 14 gün olan ve 28 güne çıkabilen işkenceli polis sorgularının bugün çokça tartışılan iç-güvenlik yasalarıyla 1 günden 2 güne çıkarılmasının neredeyse tüm toplum tarafından faşizm olarak kodlanması da farklı bir anlam kazanır. 90’larda hiç de toplumsal bir tespit olmayan, hatta bugünlere göre daha iyi olduğu düşünülen rejimin karşısında bugün hiç sayılabilecek bir düzenlemenin kopardığı gürültü, sadece rejimin faşizanlaşması değil aynı zamanda toplumsal muhalefetin psikolojik bir kazanımı anlamına da gelir. Evet, ortada somut bir kazanım yoktur, ama işlevi bozulmuş baskılar ve kazanılmış özgürlükler vardır. Yine AKP’ye oy veren geniş kitlelerin AKP eliyle bir tür hızlı modernizasyondan geçirilmesi ve normalleşmesi eklendiğinde, meselenin basit bir ülke yönetme değil aslında bir toplumun dinamiklerinin dönüşümünü yönetmek olduğu da açığa çıkar. AKP sürecinde resmi ideolojinin aldığı hasarın ve çözüm süreciyle şovenist zehrin bir nebze olsun kırıldığını da belirtelim. Aynı anlama gelmek üzere CHP’nin dahi Ermeni milletvekili adayı çıkarmış olmasıyla övünmesi, ön-seçimlerde ulusalcıların aldığı yenilgi gibi pek çok unsur bu listeye eklenebilir. Bunlar AKP’nin bahşettiği haklar da değillerdir; aksine bedeli oldukça ağır ödenmiş kazanımlardır. AKP’nin yapmaya çalıştığı bu hakları verir görerek dönüşüm ve değişim isteğini zincirlemektir. Peki, bu kazanımın ve dönüşümün arkasında yatan şey “silahlı mücadele verilmesi” mi yoksa “tek kurşun sıkmamış” kitle mücadeleleri midir? Açıktır ki ikincisi çok daha fazla kan taşımıştır. Dönüşümdeki esas nokta mağduriyet ve mağduriyete rağmen direnç olmuştur. Üstelik silahlı mücadele, Kürt halk hareketiyle birleştiği istisnai ve kurucu örneği dışında – ki, o kazanımlar da 90’lı yıllardan bu yana denge aşamasını aşamamaktadır- sürekli olarak tam aksi sonuçlar doğurmuş ve her silahlı girişim daha büyük bir ezilmeyle sonuçlanmış neticede devrimcilerin ölümü halk kitleleri nezdinde değersizleşmiştir.

Peki, kitleler nezdinde itibar kazanan, değersizleşmeyen, sahiplenilmeye devam eden mücadele mevzileri nerelerdedir? Örneğin Grup Yorum bu örneklerden birisidir. Silahlı ve şiddetli mücadelenin en hararetli savunucularından olan bir geleneğin temsilcisi olarak verilen yüzlerce “şehit”e rağmen Grup Yorum’un tek bir şarkısının çok daha etkili olması, yine ÇHD gibi bir kurumun kitleler nezdinde çok daha etkili olması bu geleneğe neden hiçbir şey ifade etmemektedir? Evet, bu kurumlar da kör şiddet politikasının birer uzantısı olarak işlev görebilirler; ancak yine de gördükleri işlev kitlelerin ortasındadır ve bu yönüyle silahlı mücadeleden büyük bir etkiye sahiptir. Hatta bu kurumlar olmadan silahlı mücadele işe yarayacak alan da bulamamaktadır. Zaten söz konusu geleneğin politik pratiğine bakıldığında da bu nokta nettir.

Örnekler sayısızca çoğaltılabilir. Ama tarihsel mücadelelerin muhasebesi ortadadır. Şiddet, tıpkı Semih Kaplanoğlu’nun Leopar’ın Kuyruğu filminde olduğu gibi, dönüp kendine saplanan bir bumerang etkisine sahiptir. Devlet, saldırıya uğradıkça yenilmezleşmekte, devrimciler saldırdıkça güçsüzleşmektedir. Ancak devlet saldırdığında gücü azalmamakta, muhalifler yine sindirilmektedir. Devlet ile toplum arasındaki bu asimetrik ve eşitsiz savaş, mücadelenin silahlı ve şiddetli araçlarla sürdürülmesi takıntısının kime faydası olduğunu çok net göstermektedir. Burada tartışılması gereken şey, bu eşitsiz savaşta devrimcilerin silah kullanmasının haklı olup olmadığı değil, yaratılması gereken ve olası mevzilere ne kadar tuğla taşıdığıdır.

Silahlı Mücadele Mümkün mü?

Peki, bu silahlı mücadele döneminin bittiği anlamına mı gelmektedir? Burada ikili, hatta üçlü bir yanıt verilmelidir. Birinci olarak silahlı mücadele, eğer oynadığı kurucu bir rol varsa da, TDH içinde oynamıştır ve bugün verilen örnekleri, mücadelenin daha ileri taşınması gibi bir sonuca ulaşmamaktadır. Dolayısıyla silahlı propaganda merkezli silahlı mücadele anlayışı, şu gün ve coğrafya durumu için herhangi bir mevzi kazanımı potansiyeli taşımamaktadır; en azından bugüne kadar yapılan eylemler itibariyle bu böyle. İkinci olarak, yine de bugünün karşı-devrimci örgütlenmesi itibariyle, silahlı mücadele bir öz-savunma çizgisi olarak meşrulaşma eğilimi taşımaktadır. Hem Ortadoğu’da yaşananlar hem de toplumun bir iç-savaş toplumu olarak örgütlendiği gerçeği, iktidarın niteliğinin apaçıklaşması, savunma unsuru olarak silahlı mücadeleyi meşrulaştırsa da bu toplum nezdinde hem arzu edilir değildir –zira toplum kendini savunmayı bilmemektedir- hem de bir bağlamı olmadığı sürece tek başına kurucu bir rol oynamamaktadır. O devrimin ve öz-savunmanın bir uğrağı olarak ne kadar güncel olursa olsun, bir bağlamı olduğu sürece pratik bir sorun olacaktır. Ancak bağlam ortada olmadığında ondan söz etmek, onun kitle hareketine daha da uzaklaşmasından başka bir sonuca yol açmayacaktır. Dolayısıyla devrimci mücadelenin temeli veya kıstası silahlı mücadele, daha doğrusu silahlı propaganda değildir. Mücadelede temel, olanakların mevziiye dönüştürülmesidir. Silahlı mücadelenin bir işlev oynaması her zaman söz konusudur ancak günümüz Türkiye’sinde kurucu işlevi ve rolü zaten oynamıştır. Bugünden ve bundan sonrası ancak savunma konseptinde gündemleşebilir. Bir savunma aracı olarak şiddetinse tartışılacak bir yanı yoktur: Bu meşru bir haktır ve ezilenler tarihin başından beri bu hakkına başvurmaktadırlar. Ama istediklerinden değil, mecbur kaldıkları için. Dolayısıyla ömrü tamamlanan silahlı siyaset değil de silahın merkezinde olduğu, temel propaganda yöntemi olduğu mücadele biçimidir diyebiliriz.

Değer Yaratmak Siyasetine Karşı Kendini Tatmin Etmek

O halde toplumsal muhalefetin elinde asıl olarak tek yöntem kalmaktadır: Mevzi savaşı ve değer yaratmak.

Bugün Kürt hareketinin yürüttüğü müzakerenin önemi bu açıdan oldukça büyüktür. Burada, en azından bizim coğrafyamız için yeni, en azından her zamankinden güçlü bir mücadele paradigması doğmaktadır. Sistemin dışında örgütlenip sisteme saldıran bir pozisyondan çıkıp, sistemin içine neredeyse zorla girip sistemi dışına doğru iten bir hareket söz konusudur. Deleuze’ün savaşın mantığını meşhur Go oyununa benzettiği bir düzlemdir artık. M. Kubilay Akman düşünürün yaklaşımını başarıyla şöyle özetler:

             Satranç ve go oyunlarıyla, devlet savaş makinası arasında bir bağıntı kurulmuştur. Satranç bir “devletlilik”  halini yansıtır. Taşlar kodlanmıştır. Her taş göreceli bir erke sahiptir. Go oyununun taşları ise basit aritmetik birimlerdir. Burada piyonlar “özneleşmemiş bir makinasal düzenleme”nin öğeleridir; “onların iç özellikleri yoktur, sadece durumları vardır”. Satranç kodlanmış, kurallaştırılmış, cepheyi ve geri güçleri içeren bir savaştır. Go ise, kavga çizgisi, cephesi ve geri güçleri olmayan bir savaştır. O tam bir strateji oyunu iken satranç salt bir göstergebilimdir. Ve son olarak, ikisinin mekanı da farklıdır: Go’nun “kaygan” mekânına karşıt olarak satrancın “pürtüklü” mekanı…[9]

Sınırlar çokludur, paraleldir ve aynı zamanda birbirlerini kesmektedirler. Çünkü sınırlar sonsuzdur. Birbirine paralel olan iki sınır, yine birbirine paralel olan iki sınır tarafından kesilmekte, bu dört sınır arasında bir alan doğmakta, bu alan çoğunlukla başka bir sınır tarafından daha kesilmekte ve böylece tüm ayrımların hem sürekli silindiği hem sürekli oluştuğu bir coğrafya oluşmaktadır. Burada siyah ile beyaz taşlarla oluşturulan sınırlar, belki de en zayıf oldukları anlarda dahi birbirlerine dönüşüp birbirleri tarafından içerilebilmekte, dolayısıyla güçlenebilmektedir. Burada söylemler sizin ezel-ebet amaçlarınızın tutarlı formülasyonları değil, hareketli bir akış üzerinde yol almanızı sağlayan sallar, bloklardır. Söz konusu olan oportünizm veya eklektizm anlamında değil bir içerme ve dönüştürme anlamında pragmatizmdir.

Kürt Siyasal Hareketi Başarılı Olurken Türkiye Devrimci Hareketi Neden Olamadı?

Kürt hareketi, belki elindeki silah gücüyle müzakere masasına oturdu; ancak o masada kalmasını işte tam da bu sınır oyununa olan hâkimiyetine borçlu. Bu sınır oyunuyla hem sayısız mevzi yarattı hem de kendisini ve hareketini sürekli dönüştürdü. Onun bu siyasal yeteneğini ve genel olarak TDH’nin diğer parçalarının yapamadığını nasıl yaptığını sormaksa oldukça önemli.

Birinci olarak Kürt Siyasal Hareketi içsel, Türkiye Devrimci Hareketi ise dışsal unsurlara dayanarak gelişti. Türkiye devrimci hareketinin liderleri, köy enstitüsünde yetişen ebeveynlerinin yetiştirdiği idealist, halklarını ve yoksulları kurtarmaya çalışan neredeyse “peygamber”lerdi. Kürt hareketinin lideri ve arkadaşları ise içeridendi, doğrudan Kürtlerdi ve ekseriyetle yoksul, köylü Kürt halkından geliyorlardı. Öcalan’ın “bana ilkokulda kuyruklu Kürt diyorlardı”[10] sözü, bu basit söz, aslında tüm hikâyenin şifresiydi. Öcalan’ın Kürtlüğü onu her tür Kürtle özdeşleştirir ve eşlerken, muadilleri, Mahirler, İbolar, Denizler her erdemlerinde halktan daha da uzaklaşıyorlardı. Devrimin yüzü Deniz, son mektubunda kardeşine bilim adamı olmasını öğütlüyor ve gitar konçertosu dinlemek istiyordu. Kaypakkaya’nın daha çocukken keman çalarken fotoğrafları vardı. Birinci fark, bu içsellik dışsallık farkıydı.

İkinci fark, bizzat Türkiye ve Kürt toplumları arasındaki, muhtemelen sömürgeciliğin uzun tarihinin de önemli bir katkıda bulunduğu kültürel, toplumsal farktı. Deniz Gezmişlerin idam edildiği, Mahirlerin öldürüldüğü günün ertesi, Türkiye devriminin toplumsal tabanı, yani döneminin kentli orta-sınıfı ve bir parça da yoksulu, ağlamaklı gözlerle işbaşı yapmanın ötesine geçmedi. Hatta bazı örgütler, bu gencecik devrimcilerin yolunu “küçük burjuva devrimciliği” olarak yaftalayıp reddi mirasa kadar vardırdı işi. Ancak Kürt toplumunun tepkisi böyle olmadı. Kimi zaman gerilla cenazelerini almak için sınırları geçtiler, çocuklarının kaderlerini paylaşmaya çalıştılar. İki toplum arasındaki yoksulluk ve sömürünün uzun tarihinden, belki de örneğin kadının ve özellikle annenin Kürt toplumundaki özel yerinden gelen bu fark iki siyaset tarzı arasındaki mesafeyi derinleştiren bir diğer ölçüt oldu.

Üçüncü fark, Türkiye Devrimci Hareketi’nin uzun yenilgiler tarihi arasında hafızasına reset atma fırsatı bulamazken, Kürt hareketinin son atılımını darbeden sonra, yani yenilgi almaksızın başlatması oldu. Dolayısıyla mücadele, bir yenilmezlik parolasıyla doğdu. Gerilla hareketinin esnekliği böylece bir tür yenilmezliğe ve kitleler arasında tutan bir mayaya dönüştü. Coğrafya bu stratejiye hizmet etti. Uzun yoksulluk ve sömürgecilik tarihi, bir diğer başka faktördü. ,

Dördüncü fark, bugün son büyük din denilen pozitivist ve aydınlanmacı bakışın, son dönemdeki kimi cılız itirazlar dışında, Türkiyeli devrimcilere kuruluşundan yakın zamana kadar tepeden tırnağa hâkim olmasıydı. Bu şekilde “bilimsel sosyalizm” savunusu yapmak, sosyalistlerin en büyük maharet saydığı şeydi. Oysa Kürt Siyasal Hareketi başka bir mecradan, mitolojiden ilerledi. Newroz gecesi kendisini ateşe veren devrimciler şahsında mitolojik bir karakter olan Kawa yeniden ve daha doğrusu gerçekten vücut buldu. Bu, Kürt halkının elinde gerçek bir meşaleye dönüştü ve onlara bir tarih bilinci kazandırdı. Mitolojinin tinselliği, bilimselliğin romantizmi karşısında galebe çaldı. Kürt’e, dolayısıyla İnsan’a, kökenindeki efsaneyi hatırlattı ve onu diriltti.

Beşinci olarak Kürt hareketi, orak-çekiçli yıllarında bile, tam anlamıyla Marksist-Leninist bir hareket olmadı ve bu ona daha geniş bir hareket alanı sağladı. Yine uluslararası alanda kendisine geniş bir yelpaze sağladı ve uluslararası çelişkilerden taktiksel olarak beslenmeye çalıştı; coğrafya dersini iyi çalıştı. Marks’ın eserlerini bile doğru dürüst okumadan Marksist programlar yazan ve onu amentüleştiren TDH ise ancak ölümü göze alan cesaretleri ve bitmek bilmez dirençleriyle mücadele ve irade vurgusunda bulundular. Ancak bu devrimci strateji, verilen ölüler ile can verilen değerler arasındaki ters orantıyı hiçbir zaman açıklayamadı.

Son olarak elbette liderlikler arasında ve tüm bu saydığımız farkların bir sentezi olarak son bir farktan söz etmek gerekiyor. Kürt hareketi, kendi karizmatik liderliğinin ve siyasal yetisinin dışında, belki de bu özelliklerinin temelinde olan sezgiselliğe verdiği önemle de tüm dogmatik ve bilimci liderlerden ayrıldı ve yeni bir alan açtı. Son yıllardaki tüm Newroz kutlamalarının ne diyeceği merakla beklenen başat aktörü, dışarıda olduğu son Newroz kutlamalarında, bu yazıya nazire yapar gibi, şu sözleri söylemişti: “Hazineler kaybedildikleri yerde aranır... İnsanlığın kökleri burada aranır… Biz ilk insanı arıyoruz ve olursa, muhtemelen son insan da o olacaktır.”[11] Bu nokta Kürt hareketinin tarihi toplumla değil insan türüyle başlattığının, en azından ikisini bir arada ele almaya daha fazla çalıştığının bir ifadesi olarak okunabilir.

Tüm bunları belirtmemin nedeni Kürt hareketine övgüler dizerek Türkiyeli devrimcileri öteleyerek rencide etmek değil. Hiç de itibarlı bir iş olmadığını ve haksız suçlamalarla muhatap olacağını bilerek bu yazıyı yazmamın nedeni artık yeterince görünür olanı ilan etmeye dair, kendimce, duyduğum bir felsefecinin tavrı: İki tür siyaset tarzında bir ayrıma gitmek ve ortaya çıkan her şeyin bu ayrımı daha da görünür kıldığını söylemek: Değer yaratma siyaseti ve kendini tatmin siyaseti.

Değer yaratma siyasetinin yarattığı mevziilerin arasında Grup Yorum, ÇHD, İHD, Cumartesi Anneleri, Barış Anneleri, Barış Treni, HDP vb. daha onlarca kurum ve mevzi bir çırpıda sayılabilir. Örneğin Yurt Gazetesi’nde çıkan “Organik Cephe” başlıklı haber gerçekten de taktire şayandır.[12] Bu mevzi ve değerlerin içinde elbette “silahlı” veya “yasadışı” olan kimi kurum ve durumlar da vardır. Ancak önemli olan onların silahlı olması değil belirli bir zorunluluk mantığı kapsamında buz kırıcı işlevi görmesiydi. Ancak bugün yeterince insanın öldüğü, ölünerek ve öldürerek alınanların temel olarak alındığı bir düzlemde silahlı mücadeleyi her türlü siyasal faaliyetin temel kriteri haline getirmenin lehimize olduğuna inanmak için çok az nedenimiz var. Kürt hareketinin kendi coğrafi, psikolojik ve siyasal koşulları nedeniyle silahlı mücadeleye bizden farklı bakmasında anlaşılmayacak yan yok: Zira zaten silahlılar ve karşılarında IŞİD gibi örgütler ve çeşitli devletler var. Türkiyeli silahlı mücadele yanlısı devrimcilerinse bu nedensellikler karşısında ellerinde tek şey var: “Devrim silahla olur”. Önce siyasal bir iktidarı devirmekle kodlanan devrim ve sonra da romantizmin sembolü olduğunu iddia ettikleri silahtan başka her şeyi çöpleştiren bu tutumsa şunu açıklayamamaktadır: Devrim olmak zorunda olduğunda olacaktır; ancak onu gerçekleştirecek onlarca faktör arasında her şey tamam da bir silah mı eksik?

Türkiyeli devrimcilerin, bu yazının eleştirmeye çalıştığı kesmi devrim yaparken silaha ihtiyaçları olacağını hiç akıllarından çıkarmıyor; ancak şunu da görmezden geliyorlar: Şu an ihtiyaçları olan şey silah değil, şu an ihtiyaçları olan şey ‘halk’. Dolayısıyla önce halk olmaları, bir halkı kurmaları gerekiyor; eğer bunu silahla kuracaklarına inanıyorlarsa 40 yıldır neden kuramadıklarını ve bundan sonra geçmişten farklı olarak nasıl kuracaklarını da açıklamaları gerekiyor. HDP’nin yürüttüğü “Biz’ler Meclise” isimli çalışmanın, kendi tekçi ve merkezi iktidara kafayı takmış söylemlerine karşı neden başarılı olduğunu sorgulayarak işe başlayabilirler.

Kendini tatmin siyaseti olarak adlandırdığım şeyse, çok basit olarak, siyasal kazanımlar elde etmek, mevziler yaratmak ve bunların gerektirdiği çeviklik ve kıvraklığa ulaşmak yerine çeşitli duygusal/dürtüsel refleks, dogma ve sanıları yineleyerek kendi kolektif kimliğini sürekli üretmekten ibaret bir eylem tarzını ifade ediyor. Ne kadar hoş, romantik olursa olsun, temel mantığı kazanım elde etmek değil de tepki göstermek ve kendini rahatlatmak, sevmek, ispatlamak, borç ödemek vb. olan tüm politika yapış tarzlarını bu sınıfa koyuyorum. Silahlı mücadelenin çoğu örneği gibi BirGün’ün Tayyip Erdoğan merkezli “lafı gediğine koyan” cuk-oturttumcu manşetleri de bu tarza örnek verilebilir. Bu mücadele ve tarzlar tümüyle değersiz değildir ancak değer yaratma konusunda da genellikle yeterince vaatkâr değildir. Olanakları değerlendirmek yerine ondan çeşitli duygusal tatminler elde etmek tarafından güdülenmişlerdir. Bu anlamda değer yaratma siyasetinin, Lenin sosyalizminde elektrifikasyon neyse halkların ve kimliklerin mücadelesinde de mevzi/değer’in bir tür mücadele kalkınma motoru olduğunu belirtmek istiyorum.

Son olarak iki siyaset tarzı arasındaki farkı, silah ve şiddet unsurları içermeksizin, geleceği ne kadar belirlediği, ona ne kadar yön verdiği, geri döndürülemez olması anlamında ne kadar değer yarattığıyla ilgili olarak algılayabiliriz. Silinemez olan, rejimin silahlarını hasara uğratan ve kullanılamaz hale getiren ve biz’ler kuran siyaset araçları bu anlamda değer yaratma işlevi görürken bu hedeften kopuk mücadele biçimleriyse bu sınıflandırmanın dışında yer alır.

Erdem Ayçiçek(ler) Şaka mı Yapıyor?

Erdem Ayçiçek(ler) Şaka mı Yapıyor?

Kampfplatz’ın 8. sayısında yayımlanan Erdem Ayçiçek imzalı “Yola Çıkış ve Yola Varış: Kürt Siyasal Hareketi (PKK)”[13] yazısının tam da burada anılması gerekiyor. Bu gerekçe, sadece kişisel olarak beni ilgilendiren bir unutkanlıktan kaynaklansa belki gereklilik doğmamış olurdu. Ancak Ayçiçek bol dipnotlu pek akademik yazısında bir hata yapmış ve verdiği dipnotta Cengiz Güneş’in “Kürt Ulusal Hareketi: Direnişin Söylemi[14] isimli çalışmasını kaynak gösterirken eserin bir çevirmeni olduğunu, ki o çevirmen benim, unutmuş ve dipnotunda belirtmemiş.

Elbette böylesi bir unutkanlık çok önemli değil, ancak iki bakımdan bu örnekte önem kazanıyor. Birincisi kitabın yazarı bir Türk (aslında Kürt) ismi olduğu için, kitabın bir çevirmeni olduğu fikri ilk bakışta insanın aklına gelmiyor. Ancak bu kadarla sınırlı kalmıyor, ikinci olarak, bu tutum Ayçiçek’in kitabı kaynak göstermesine rağmen, bir çevirmeni olacağını anlayacak kadar okumadığını da sadece içindekilere bakıp yazısına en müsait yerinden dipnotlarına eklediğini de gösteriyor.

Cengiz Güneş’in kıymetli ve dönüşümünü açıklamak için bence çok çok önemli kitabının yazar tarafından okunmadığını, yazı boyunca kitabın hakkında çok temel bir bilgi sunmanın ötesinde ele alınmayışından da anlıyoruz. Zira yazı sözüm ona Kürt hareketinin yola çıkış ve varış noktalarını sorun ediniyor; ancak aynı şeyi sorun edinen, İngiltere’nin sosyal bilimler alanında saygın okullarından, bir dönem program liderliğini Laclau’nun yaptığı Essex Üniversitesi’nde yapılmış bir doktora çalışmasının tezini ve Routledge gibi yine İngiltere’nin en saygın yayınevlerinden biri tarafından basılmış bu kitabı, derinlemesine incelemeye veya eleştirmeye ihtiyaç duymuyor.

Eğer incelese ve sosyal bilimci adayı olarak yükümlülüğünü yerine getirse, Kürt hareketinin hiç de kendisinin uydurduğu gibi sosyalizmden milliyetçiliğe evrilmediğini[15], aksine, illa bu iki kavram kullanılacaksa, tersinin doğru olduğunu da kavrar ve Cengiz Güneş’in kitabına çok daha fazla yer ayırırdı. Silahlı mücadele tartışmasından çok kendince bir takım “açmaz”lar ve “sosyalizmden geri dönülemez” dogmasına sığınarak “sorunsallaştırdığı” iddialar üzerinden yazı, salt bu yanıyla bile hem etik hem de gerçeğe sadakat bakımından sakat olduğunu beyan etmekle kalmıyor tam da bu yazıda eleştirmeye çalıştığım “kendini tatmin siyaseti”nin dolaysız ve çıplak bir örneğini oluşturarak, yazının konusuna kendisini dâhil ediyor. Bana kalırsa yazı, KP’nin 2015 Newroz’u için yaptığı “Newroz ateşini sosyalizm yakacak”[16] – sanki Newroz ateşi bunca yıldır yanmıyormuş gibi- açıklamasıyla aynı Narsistik evreni paylaşıyor.

Buna karşın Cengiz Güneş’in kitabı, Kürt Hareketi’nin tarihini direnişin söylem analizinden yola çıkarak irdeliyor ve denklik mantığı ile farklılık mantığı arasındaki geçişi vurguluyordu. Buna göre daha önce kendisini Türk kimliğinin eşiti, denk bir sınıflandırması olarak gören Kürt Siyasal Hareketi, 90’lı yılların başından beri geliştirmeye çalıştığı yeni söyleminde ise bu kez denkliğini değil farklılığını öne çıkarıyor ve tüm siyasal uzamını da buna göre belirlemeye çalışıyordu. Gerçekten de Kürt Hareketi’nin silahlı mücadeleye dayanan bağımsızlıkçı çizgisiyle özerklik arayışında somutlaşan “demokratik” çizgisi arasındaki geçişi, dönüşümü anlamak için oldukça işlevsel olan bu ayrım, aynı zamanda Radikal Demokrasi, tekçiliğe karşı çoğulculuk gibi ağırlık kazanan kavramların da bir tesadüf veya siyasi takiye olmadığını gösteriyor.

Sonuç Yerine: Seçim ve HDP çözüm mü?

Buradan bakıldığında HDP, birinci olarak, Türkiye-Kürdistan Devrimci-Demokratik hareketinin yaratabildiği en kapsamlı ve sağlam mevzii olması bakımından doğrudan öne çıkıyor. LGBTİ’ler, Ermeniler, Kürtler, Aleviler, kadınlar, Suryaniler, savaş karşıtları, vicdani retçiler gibi ezilen kimliklerin bir koalisyonu ve cephesi olma özelliğini gösteren HDP aynı zamanda rejimi sokma potansiyeli taşıdığı kriz bakımından da dikkat çekicidir.

Güncel olarak bugünden göründüğü kadarıyla HDP barajı aşma çizgisindedir ve bu bile başlı başına seçim ve yasal parti olanaklarına kerameti kendinden menkul bir hayırhahlıkla yaklaşanları mahkûm etmeye, susturmaya (onlar susmasa bile) muktedir bir görünüm arz etmektedir: ezilenlerin birliği ve ellerindeki araçlar güçleniyor; ezilenlerin araçları eksilmiyor, yenileri ekleniyor.

HDP’nin rejimin sürekliliğini bu kadar güçlü şekilde tehdit eder noktaya, görece kısa sayılabilecek bir sürede ulaşmasıysa, asında mevzi mefhumunun ve mevzilenme mantığının ne kadar önemli olduğunu göstermeye yetecek güçtedir. Ama eleştirilerimizin muhatapları hala kuru gürültü çıkarmaya devam etmekte ve “çözüm sandık değil” diyebilmektedirler. Sandığın çözüm olduğunu niye söyleyip durduklarının gizemi bir yana, artık patolojik olabilen bu tutum, sandıktan halkçı, rejime muhalif bir iradenin çok daha güçlü çıkmasıyken bunun tartışma konusu edilebilmesidir.  

Bu nedenle HDP üzerindeki tartışmalar değer yaratma siyaseti ile kendini tatmin siyaseti, olarak da okunabilir. Kesin olan şudur: siyasal mücadeleler sürecek ve değer yaratanlar kazanacak değer yaratamayanlar ise, ister iktidarda 70 yıl kalsınlar ister bir toplumsal olayın neticesinde hasbel kader çok istedikleri merkezi iktidarı ele geçirsinler, kalıcı olamayacaktır. Değer yaratanlarsa yarattıkları değerlerin içinde eriyecek ve hep yarına kalacaklardır.

 



[1] Tarihi bir seçimin ön-gününde yazılan bu yazıyı felsefi kaynaklara dayanarak işlemek çok daha cazip bir fikir olabilirdi. Nietzsche’de değerin ne olduğu, Heidegger’in Nietzshceci değer kavramını Platon’un İdea’sına benzetmesinin yaratabileceği yorumlar ve Deleuze’ün Spinoza’ya atfen iktidarların kitlelerin üzüntüsüne neden ihtiyaç duyduğu sorusuyla önümüze çıkıveren analitik alan, böylesi felsefi bir girişimin temeli olarak okunabilir; böylece hem rejimin hem de direnişin temel motifleri daha soyut bir düzlemde ele alınabilirdi. Yine öznenin ‘post-modern’ yapı-sökümü, arkeoloji ile antropoloji arasındaki ilginç fark, Nietzsche-Spinoza hattında özgür irade eleştirisi böylesi bir düşünceyi besleyecek diğer kaynaklar olarak öne çıkar. Ne ki böylesi bir okuma çok değerli olsa da, şu anda bu yazının yazarının yapabileceklerinin ötesinde kalmaktadır. Belki böylesi bir çalışma, Negri ve Hardt’ın düşüncesinin neden bir tarih felsefesine sahip olmadığına ilişkin bir değerlendirmeyle birlikte, günümüz siyaset felsefesinin sorunlarının bu coğrafyada hem tarihsel hem de kanlı canlı olarak mevcut olduklarını söyleyebilir ve bu felsefi sorunlara yanıtın yine bu coğrafyadaki direnişçiler tarafından üretildiğini söyleyebilirdi. Böylece ben de sıkı sıkıya bağlı teorik öncüller yerine son derece kaygan bir zeminde, akış halindeki şeylerden söz etme cahil cüretini, spekülatif düşünmenin meşruluğuyla savumnak durumunda kalmazdım.

[2] Bununla ilgili önemli bir çalışma için bkz. Ayaşlı, Yaşar, Yeraltında Beş Yıl - 12 Eylül Anıları, Yordam Kitap, 2011.

[3] Nietzsche, Friedrich, Ahlakın Soykütüğü Üstüne, Çev. Ahmet İnam, Say Yayınları, 2011, s. 115.

[4] Terapi siyaseti, psikanalitik bir siyasal yorumlama olarak ilgi çekici olabilirdi. İktidarın kimlikler ekonomisini yönettiği “akıl tımarhanesi”nin etkilerini silmek anlamında böylesi bir terapi siyaseti aslında Gezi’de gördüğümüz farklılıkların ifade yoluyla silinmesinin bir örneği olarak düşünülebilir. Eğer Gezi’nin direniş cephesinde böyle bir terapik etkisi varsa, HDP’nin güttüğü farklılıkların korunmasına dönük bir melezleşmeye sıcak yaklaşması da bu terapi siyasetinin devamı olarak okunabilir.

[5] Bkz. Melankhlenoslar, Herodotos, Tarih, Çev. Müntekim Ökmen, İş Bankası Kültür Yayınları, 2006, s.338.

[6] Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü Üstüne, s.82.

[7] Morin, Edgar, Yitik Paradigma: İnsan Doğası, Çev. Devrim Çetinkasap, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2010, s.98.

[8] Grup Yorum ve CHP Milletvekili Veli Ağbaba’nın yaptıkları basın açıklaması için http://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/grup-yorum-konser-yasagina-karsi-mecliste-konser-verdi-111933, erişim tarihi 03.06.2015. ÇHD’nin CHP milletvekili Hüseyin Aygün’e yazdığı mektup için http://www.radikal.com.tr/politika/aygune_chd_mektubu-1121187,  erişim tarihi 03.06.2015.

[9] Akman, M.Kubilay, Savaş Makinası Üzerine, http://izinsizgosteri.net/asalsayi89/kubilay.akman_89.html, erişim tarihi, 10.4.2015.

[10] http://www.ntv.com.tr/arsiv/id/25161722, erişim tarihi 10.4.2015.

[13] Ayçiçek, Erdem, Yola Çıkış ve Yola Varış: Kürt Hareketi (PKK), Kampfplatz içinde, cilt 3 sayı 8, Şubat 2015.

[14] Güneş, Cengiz, Türkiye’de Kürt Ulusal Hareketi: Direnişin Söylemi, Çev. Eflâ-Barış Yıldırım, Dipnot Yayınları, 2013.

[15] 1994 tarihli bir konuşmada, “demokratik çözümün” milliyetçi değil enternasyonalist bir çözüm olacağı belirtiliyor, bkz.  https://www.youtube.com/watch?v=HQLEmtcnSgU erişim tarihi 10 Nisan 2015.

[16] http://haber.sol.org.tr/turkiye/komunist-parti-newrozun-atesini-sosyalizm-yakacak-111028, erişim tarihi 10.4.2015.

*Bu yazı daha önce Kampfplatz dergisinin 9. sayısında yayımlanmıştır.

Suruç’a Ağıt

Temmuzun yirmisinde kabristanlar dipdiri genç ölülerin cesetleriyle dağlanmış bir ülkenin ovaları görmek konuşmak düşünmek söylemek yasa...