Bu
yazıda gerek Kürt Siyasal Hareketi ve devlet arasında sürdürülen “çözüm süreci”
gerek HDP’nin seçim sürecinde gerçekleştirdiği atılımla daha çok tartışılır
hale gelen “devrim-seçim”, “silahlı-silahsız mücadele” tartışmaları üzerinden
Türkiye ve Kürdistan sol hareketi ele alınmaya çalışılacak; ortaya çıkan tablo
ise, spekülatif ve belirsiz kalma pahasına, “değer yaratma” ve “kendini tatmin”
siyaseti şeklindeki iki kutup arasında yorumlanmaya çalışılacaktır. Yöntemsel
bir kaygı olarak belirtmek gerekirse bu yazıda teorik kaynaklardan hareketle
bir düşünce sınamasına girişilmeyecek bunun yerine temel teorik yörüngeler
güncel ve somut pratik tutumlar çerçevesinde ele alınmaya çalışılacaktır.
Giriş Yerine: Devrimci
Mücadelede İki Tarz
Türkiye
Devrimci Hareketi’nin (TDH) kullanageldiği siyasal mücadele yöntemlerini iki
kutup arasına yerleştirerek işe başlamak gerekirse, bu kutuplardan birincisini
illegal mücadele yöntemlerini esas alan ve bu temelde örgütlenerek rejimi
rejim-dışı yollardan devirmeyi hedefleyen bir mücadele yöntemi olarak işaretleyebiliriz.
Mücadele tarzının diğer kutbunu ise açık örgütlenmelerin ve siyasi parti vb. şeklindeki
örgütlenmenin ağır bastığı açık mücadele biçimleri olarak vurgulayabiliriz.
Elbette pek çok siyasi geleneğin bu iki mücadele yöntemini bir arada kullanmaya
dönük çabaları bilinmekle birlikte, ben varmak istediğim noktaya doğru
ilerlerken bu iki mücadele çizgisini iki kutup olarak belirtmekte fayda
görüyorum.
Kabaca
özetlersek, bu mücadele yöntemlerinden birincisi rejimi bir zor aygıtı olarak
görür ve onu silahlı mücadeleler/ayaklanmalarla dağıtmayı, parçalamayı, ele
geçirmeyi vurgularken diğer mücadele tarzı ise zorun toplumsal dayanaklarına
vurgu yaparak daha çok yayılmayı, meşrulaşmayı, örgütlenmeyi, kitleler içinde
kök salmayı hedefler. Birinci yöntem için temel mesele devlet ile halk
yığınları arasındaki çelişkiyi ezilenlerin temsili zoruyla çözmek ve böylece
kitleler nezdinden bir “ruh” olarak kök salmayı hedeflerken, ikinci yöntem daha
çok kitleselleşme, sistemin içinden dışına doğru bir seyir olarak öne çıkar. Siyasal
mücadelenin kimi tarafları da, genellikle, her iki stratejiyi de belirli
şekillerde kullanma yöntemini benimser ve bu şekilde hem kitlelere ulaşma hem
de kitleleri devrim hedefi doğrultusunda seferber etmeye çalışır. Ancak 1980
darbesinden bu yana, Kürt Siyasal Hareketi’ni ve son dönemde geliştirilen HDP
pratiğini dışarıda tutarsak TDH’nin kitleleri rejim karşısında seferber ettiği
ve rejimi tehdit eder düzeye geldiğini söylemek oldukça güçtür.
Üstelik,
bu iki mücadele tarzının birbiriyle diyalektik bir uyum içinde olması
beklentisini sarsan sorun sadece rejimle, kitlelerle, hareketin sınırlarıyla
karşılaşmada doğan bir sorundan ibaret de değildir. TDH’nin bileşenleri de,
yukarıdaki iki kutup arasında kendilerini yerleştirdikleri yere göre, sürekli
olarak bir araya gelir ve sürekli olarak ayrılırlar. X hareketi Y hareketinin
sağında, dolayısıyla Y de X’in solunda, buna karşılık Z en sağda ve hemen
yanındaki T de onun solunda ancak X’in sağında belirir. Tüm bu sağ’da ve sol’da
(altta ve üstte) yer almalar kaçınılmaz olarak görecelidir ve herkes kendi
yürüdüğü yolu düz kabul ederek, yanındaki diğer hareketleri buna göre
nitelemekte; üstelik bu nitelemelerin yol açtığı tartışmalar da pek ilgi
görmektedir. Bu anlamda TDH, içindeki bileşenlerin birbirleri hakkında
söylediklerini toplayacak olursak bir “küçük burjuva devrimci hareketler”
topluluğu olarak nitelendirilmek zorunda kalır. Dolayısıyla açık çalışmayı
biraz fazla önemseyen hareket diğerlerine göre “sağcı”, silahlı mücadele
biçimlerini daha çok öne çıkaran bir başka hareketse “sol sekter” olarak anılır
ve aynı kaba-taslak ayrımlar sürekli üretilir. Dolayısıyla TDH’nin iç hareketi,
bu iki kutup arasında gidip gelmelerin tarihini sürekli olarak gözden
kaçırmanın tarihidir, denilebilir.
Bu
tabloya TDH’nin “komünist” hareketlerince “küçük burjuva milliyetçi” olarak
kabul edilen Kürt Siyasal Hareketi ve onun TDH’nin pratiğini kat be kat aşan
pratiği eklendiğindeyse artık sol siyasi yelpaze neredeyse içinden çıkılamaz
bir hengâmeye düşmüş olmaktadır. Silahlı olması hareketin devrimci olmasına,
devrimci olması komünist olmasına, komünist olması anti-faşist olmasına
yetmemektedir; buna karşılık saflarında tek işçi olmadan işçi sınıfı devrimcisi
olmak mümkünken, değil siyasi parti faaliyeti yürütmek seçimlere bir şekilde
katılmak bile devrimci mücadeleye halel getirmek anlamına gelebilmektedir. Kürt
Siyasal Hareketi’nin “barış süreci” içindeki konumunu eklediğimizdeyse ortaya
neredeyse şizofrenik bir tablo çıkmakta, eline silah almamış hareketler silah
bırakmanın teslimiyet olacağını söylemekte, buna karşın elinden silahı ve/veya
şiddeti bırakmamış gelenekler ise HDP’nin genelde siyasal ortamda özeldeyse
seçim döneminde yarattığı tüm siyasal olanaklara burun kıvırabilmektedir.
Elbette benzer içerikteki araçları kendileri kullanmaktan imtina etmeden.
Dolayısıyla
T(K)DH’nin pratik karşısındaki konumu oldukça çoklu bir görünüm arz etmektedir.
Elbette çoklu bir siyasal hareketin zararı yoktur ve eşyanın tabiatına uygundur,
denebilir ancak aynı zamanda açık bir enerji ve güç kaybına da neden
olmaktadır. Teorik öncüllerden hareket edilerek yaşandığı kabul edilen tüm bu
ayrışmaların neden olduğu teorik kakofoni, birbirini neredeyse aynı ithamlarla
suçlayan hareketlerden de görüleceği üzere, ayrımları desteklemekte bu ayrımlar
ancak rejimin topyekûn saldırısı karşısında belirsizleşmekte ve ilk fırsatta
tekrar ortaya çıkmaktadır.
O halde, belki pratikteki ayrımı aşmak üzere
değil ancak teorik bir tartışmada siyasi hareketleri yerli yerine oturtmak ve
onlara temel olan anlayışları daha sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmek için
yeni ayrımlara gitmenin vakti gelmiştir. Zira, elimizde 40 yılı aşkın,
mücadelenin her türünü deneyimlemiş bir gelenek söz konusudur ve bu geleneğin
yarattıkları da yaratamadıkları da ortadadır. Buna Kürt Siyasal Hareketi üzerinden
yaşadığımız güncel mücadele biçim ve olanakları da eklendiğinde tablo
netleşecektir. Yazı boyunca varmaya çalışacağımız noktayı burada özetleyelim: Kürt
Siyasal Hareketi de dâhil olmak üzere bugün tüm sol hareketleri kesen iki
kutuplu ayrım, “değer yaratma siyaseti” ve “kendini tatmin siyaseti” üzerinden
işletilebilir. Yazının ikinci ve temel argümanı olaraksa silahlı mücadele başta
olmak üzere rejim dışı mücadele olanaklarının sınırı belirlenmiş ve devrimci
mücadelenin, devleti dönüştürmenin veya yıkmanın temel olarak kitlelerin
hareketiyle yapılabileceği, bu dönüşümü sağlayan unsurun, yani kitlelerin esas
silahınınsa silahlı-silahsız mücadeleler değil mevziiler ve özellikle de mümkün
mertebe herkesi kapsayan-dönüştüren mevziiler olduğunun açığa çıktığı savı
kabul edilebilir. Örneğin tümüyle ve belki de aşırı silahsız bir hareket-olay
olan Gezi, kendisinden sonraki tüm siyasal uzamı belirleme kudretini açığa
çıkarmıştır. Dolayısıyla değer yaratma siyaseti aslen mevzii yaratma, daha
doğrusu mevziiler yaratılmasına olanak tanıyacak değerleri ve tarzları yaratma
siyaseti olarak karşımıza çıkarken, kendini tatmin siyasetiyse mevziileri
kullanan ancak mevzi yaratma perspektifinin uzağında hareket eden, aksine çoğu
durumda mevziiyi aşındıran, bu aradaki mesafeyi ideolojik veya kimlik gibi
dolgu araçlarla kapatmaya çalışan hareketler ya da tutumlardır.
Yazı
boyunca buraya varmaya çalışırken, izleyeceğim yolun temelini güncel
mücadeleler hakkındaki kimi –bence- açık örneklerin oluşturmasına gayret
edeceğim. Bununla birlikte TDH’nin 40 yılı aşkın süre boyunca başarılı olduğu
ve kazanım elde ettiği örnekler (İHD, ÇHD, Cumartesi İnsanları gibi) belirtilerek,
açık mücadele araçlarını temel alan yaklaşımlara karşı hayırhah tutumu görünür
kılmaya çalışacağım. Türkiye’de tek bir Marksizm anlayışı olmadığının farkında
olarak, ben yine de, ortalama bir Marksist anlayış kabulü üzerinden
ilerleyerek, TDH’nin geneline damgasını vuran bu vasat tarih anlayışının onu
nasıl kendini tatmin sınırlarına hapsettiğini görünür kılmaya çalışacağım.
Elbette düşünerek yazma eylemi ve spekülasyonun kötü ününden fikirlerimi
korumaya çalışarak.
Hem Kısa Hem Uzun Bir
Tarih
Yukarıda
bahsettiğimiz ortalama Marksist tarih okumasının temel çelişkisi şudur: Bir
yandan tarih, son derece uzun erimli bir akıştır. Sadece feodal dönem olarak
kodlanan dilim yüzyıllar sürmüştür ve kapitalizm buradan bakıldığında çok kısa
bir geçmişe sahiptir. Ama öte yandan Marksistler arasında tarihi hızlandırabilmek
için sürekli bir irade vurgusu vardır ve bir an önce “devrim yapmak” ilkesiyle
hareket eder; bir diğer deyişle davranışlarını şu an ortada olmayan ancak daima
ve mutlaka gelecek olan devrime göre düzenler. Tüm devrimci partiler, devrimin
olanakları olduğu için vardırlar. Dolayısıyla devrimin koşulları –ve hatta
kimisine göre kendisi - her zaman ve son derece hazırdır. Emperyalizm,
kapitalizmin son aşamasıdır ve o halde komünizm ufuktadır. Dolayısıyla hem
tarih uzundur, hem de tarih kısadır, hatta sonu ha geldi ha gelecektir, en
azından son aşamasındadır.
Aynı
ikili tarih bakışı kapsamında, hem insanların iradelerinden bağımsız ilişkilere
girerek çeşitli toplumsal yapılara dâhil olduğunu söylemek hem de tarihin
kurucu rolüne sahip bir özneden bahsetmek gibi bir dilemmaya açılır Marksist
devrimcinin yolu. Hem koşullar sürekli irademizi belirlemektedir ama hem de
belirleyici bir özne olunabilir. Ancak tarihin hangi öznede nasıl ortaya
çıktığı, bireylerin tarihe nasıl katıldığı muammadır. Tarihin içindeki özne
nasıl olur da içinde olduğu şeyin bütününe etkide bulunabilir? TDH’nin bu
soruya bulduğu çözüm, tarihin dışına çıkıp tarihe müdahale etmek ve konumu da
bu yüzden tarih dışı olmak mıdır? Aynı anlama gelmek üzere, tarih biz bir şey
yapmasak bile komünizme evrilir mi? Yoksa kapitalizm ne kadar çürürse çürüsün
iradi bir yıkıcı kuvvet, bir mezar kazıcı olmaksızın yıkılmaktan kendini
kurtarabilir mi?
Marksistler
ikisini birden savunacak ilginç bir söylem geliştirirler. Bir yandan tarihin
komünizme evrileceği kesindir. Bu diyalektik materyalizm isimli düşünce
mekanizması tarafından tanıtlanmıştır. Öte yandan kimse bir şey yapmadan
kapitalizmin çökmeyeceği bilgisi de Marksist bir doktrine ihtiyaç duymaksızın
ampirik olarak kesindir ve Marksistler de bunu kabul etmekte, hatta bu noktaya büyük
önem vermekte ve devrimci pratiklerini bunun üzerine inşa etmektedirler.
Burada
karşımızda teori ile gerçeklik arasında, Foucault’un deyimiyle, “kapanmayan bir
diş açıklık” ortaya çıkar. Teoride her şey doğrudur, pratikte her şey hazırdır.
Ancak teori ile pratik asla bir araya gelememekte, tüm pratik çabalar, aksine,
tam aksi istikamete evrilmektedir. Teori ile pratik arasındaki her şey tümüyle
birbirini çağırmasına rağmen bu mesafe bir türlü kapanmamaktadır.
Siyasal
Marksist tarih anlatısının söylemsel sorununu aynı şekilde ikili bir özne
anlayışı çözer: Teoride, özne tarihin öncüsü, taşıyıcısıdır ancak pratikte onun
hizmetkârı, çoğu kez onun gerçekleşmesi için kendini feda etmek zorunda kalan
şeydir. Buna göre özne, son kertede belirli tarihselliklerin toplamı ve
kesişimidir. Ama aynı zamanda öznenin kendisi tarihtir. Diyalektik her şeyi
öğüten ve ondan istediğini alan bir makine gibi çalışır. Özne hem hiçtir hem de
neredeyse aşkındır; her şey içkinlik yasalarınca işler hem de çok açık bir
dışarısı vardır: sermaye.
Bu
çelişik görünen ancak Marksist düşünce içinde daima bir arada bulunan iki
yörünge – zıtların birliği- , Marksist gelenek içine kendisini konumlandıran
siyasal yapılarda iki temel konumu belirler. Birincisi, tarihin uzun
karakterine ve buna paralel kitle hareketlerine önem veren bir konumdur ve bu
konum, kendi dışındaki çevreler tarafından genellikle “reformist, revizyonist,
oportünist” gibi sıfatlarla anılır. İkinci akım/konum eylemin yıkıcılığına
vurgu yapar ve başta silahlı mücadele adı verilen biçimler olmak üzere
“yasadışı” mücadele biçimlerine öncelik verir. Burada “en doğrusu en
radikalidir” diskuru önemlidir.[2]
Bu kesimler de yine kendi dışındaki Marksist gruplarca goşistten tutalım sol
çocukluk veya narodnikliğe, sol sapmadan sol tasfiyeciliğe kadar bir dizi
isimle “taltif” edilirler.
Bu
iki akım arasında üçüncü bir de çizgi vardır. Burada ilişki daha pragmatist
yürütülür: keskin kutupluluk değil orta kuşaklar, karışımlar, melezlikler önem
kazanır; burada diyalektiğin birbirleriyle barıştırmadan bir arada sürdürdüğü
zıtlıklar karşımıza farklı kılıklarla çıkar. Marksist söylemde zıtlık karşıtların
birliği olarak çalışır ancak bu karşıtların nasıl sentezlendiği konusunda ciddi
bir düşüncesizlik mevcuttur. Evet iki karşıt sentezlenmektedir, ama neye?
Nasıl? Hangi prosedürler ve işlemlerle? Hangi sentezleyiciler tarafından, neye
istinaden? Üstelik bu kez pratikte de benzer bir işlem sürmektedir: Toplum,
melezleşmenin, ortaklaşmanın, farklılıklarla bir arada olmanın yollarını arar
ve buna meylederken varsaydığımız Marksist okuma toplumu kutuplaştırma
temelinde ele almaya devam ederek devrim güçleri ile toplum arasındaki makas da
giderek açılır.
Sol
hareketin devinimini kuşatan bu ilişkisellik çeşitli biçimler altında sürekli
yinelenir ve aynı kaynaklardan beslenen, birbirlerine benzeşen hareketler
arasında dışarıdan çok da manalı görünmeyen sayısız bölünmeye neden olurken,
temeldeki sorun ise unutulur: Tarih uzun mudur kısa mı? Eğer kısaysa neden
uzamaktadır? Eğer uzunsa bu acelenin ve iradeciliğin nedeni nedir? Eğer tarih
bazen hızlı-kısa bazen yavaş-uzunsa, yukarıda saydığımız tüm stratejik konumlanmaların
mutlak bir anlamı var mıdır, dahası, olabilir mi? Eğer komünistler de her şey
gibi tarihin yapıcıları değil de tersi doğruysa, o zaman komünist olmanın bir
anlamı var mıdır?
Burada
radikal bir karşılaşma vardır. Soru, reddedilecek ve yanıtlanmayacaktır. TDH’ndeki
söylemsel kutuplardan birisi, kutuplaştırıcı olanı, melezlikle, kendisi
olmayanla ve aslında kendisiyle karşılaştığında ne yapacaktır? Söz konusu
söylem, bu karşılaşmada sorunu pratiğe ve devrimci ahlaka dönüştürür ve
devrimci siyaset uzamını devrimci olmayana kapatır. Ama bu da absürt noktanın
güçlenmesinden başka bir sonuca hizmet etmeyecektir. Devrimciler devrimi nerede
yapacaktır? O yüzden her pratik çaba, bu soruya sözsüz bir yanıt sunacak ve
verdiği yanıtın mantığını sürekli olarak üretmekle yükümlü olacaktır. Devrimci
ahlâk, yurtseverlik onuru gibi kavramların devrimci tartışmalarda bunca çok
geçmesinin anlamı da burada ifadesini bulur. Bunlar öylesine büyülü
kelimelerdir ki absürde yakalanmaktan korkan tüm “tanrı-tanımaz” Marksistler/devrimciler
bu sorun karşısında hem başlangıçtaki hareket noktalarını hem de varmayı
istedikleri noktaları, bu sorudan duydukları dehşetin karşısında nereye
sürükleneceklerini, ne kadar dogmatik, ne kadar tutucu, ne kadar idealist bir
hal alabileceklerini düşünmez ve tarih mefhumunun ne olduğunu unutuverirler.
Burada Nietzsche’nin meşhur horror vacui’si,
yani insan isteminin temel gerçeği olarak nitelediği boşluktan korkusu[3],
söz konusu Marksist söylemi üstlenenlerin ruh halini özetleyen sihirli bir
sözcük halini alır. Eylem artık toplumsal mücadelenin gerekleri olmaktan çıkar,
devrimci bireyin ve kurumun ahlakının bir gerekliliği ve ispatı hâlini alır.
Böylece toplumsal mücadelelerin üstüne geçen bir devrimci ahlak inşa edilmiş
olur. Burası sol hareketlerin tarih dışılaştığı, toplumun üstüne çıktığı bir
momenti kurgular. Tıpkı devlet gibi devrim de bu uğrakta halkına yabancılaşır.
Olmayan devrimin, akmayan tarihin metafizik büyüsü, Narkissos’un baktığı suda
gördüğü suret tam burada belirir. Tutuculuk bu korku ve boşluğun bir
vektörüdür.
Uzun Değil Çok Uzun Bir
Tarih
Oysa
daha uzun bir tarihten de söz etmenin burada terapik
bir etkisi olabilir. Herodotos’un Tarih
kitabı, baş vuracağımız birinci kaynaktır.
Herodotos, Orta-Doğu, Ön-Asya, Kuzey Afrika ve Avrasya olarak
isimlendirilebilecek alan üzerinde bir gezintiye çıkarak bize bu kültürlerin,
coğrafyaların tarihini anlatacak ve geride devasa bir eser bırakacaktır.
Eser
öylesine geniş öylesine zengindir ki bize gezdiği coğrafyalardaki yemek
kültürünü, kanlı ve bol ihanetli iktidar savaşlarını, siyah giyinen halk
Melankhlenosları[5],
cezalandırmadaki şiddeti, iç ve dış iktidar savaşlarını ama en çok da akan kanı
ve kanın akışındaki vahşet biçimlerini anlatır. Gerçekten de Herodotos’un
yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce yazılmış kitabını okuyan birisi bugün IŞİD’in
diri diri pilot yakan, kafa kesen dehşetine baktığında şaşırmayacak ve
Ortadoğu’da bu sürede hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu söyleyecektir. Marksist
öğreti açısından feodalizm, kapitalizm, sosyalizm deneyleri yaşanmış bir
coğrafyada öte yandan da hiçbir şey yaşanmamış ve değişmemiş gibidir. Bu
coğrafyada binlerce din ve peygamber yetişmiş ama şiddet ve vahşet hiç
değişmemiş, sürekli yinelenmiştir. Öyle ki, hele de Batı’da ve Uzakdoğu’daki
muadillerini, örneğin dünya savaşlarını, hesaba katınca, insanın türsel olarak
bir “terörist” olduğuna dahi inanmaya meyledebilir okur. Adeta sömürüye ve
kültürün her biçimine önsel bir savaş ve şiddet vardır bu coğrafyada. Sürekli
ve kesintisiz savaş, farklı biçimler
altında ama vahşet dozu düşmeden devam etmektedir. Halka açık idam
törenlerinin, kılıçla kafa kesmelerin devletlerin gösteriş şenlikleri; intihar
saldırısının en baskın saldırı ve direniş biçimi; doğusunda kadın olmanın
tecavüz, batısında 20 yaşında bir genç kız olmanın bedelinin parçalanmak ve
yakılmak olduğu bir coğrafyanın şiddet tarihinden söz ediyoruz.
Tarihin
ne kadar uzun olduğu ve sürdüğünün en kuvvetli örneklerinden bir diğeri,
Nietzsche’nin Ahlakın Soykütüğü Üstüne
isimli şaheseridir. Bu kitapta, Nietzsche insanın cezalandırma ve vahşette
bulduğu şölene büyük bir yer ayırır ve “altına maymunların dahi imza atacağı
denli eski çok insanca kimi ilkeler”den söz eder[6].
İnsanın maymunda olduğunun, maymundaki insanın bu vurgulanışı, bize uzun
tarihin gerçekten de ne kadar uzun olduğunu gösterir iyi bir örnektir. Söz
konusu şiddet de ancak böylesi bir uzun tarihte vücut bulabilirdi zaten.
Edgar
Morin’in Yitik Paradigma: İnsan Doğası
isimli başyapıtı da uzun insanlık tarihine dair bir diğer provokatif
çalışmadır. Buradaki uzun tarih, insan toplumunun değil insan türünün uzun
tarihidir ve toplumlar ancak bu evrimsel zemin üzerinde evrilmekte, iktidar
yapıları da eğer d/evrileceklerse ancak bu evrimsel yapı üzerinde
d/evrilmektedirler. Burada insan türünün bir anlamda aklı nasıl icat ettiği
anlatılır ve bunun ölümle olan ilişkisine dikkat çekilir. Bu büyüleyici eserden
şu satırları burada anmak isterim:
Güven verici ve rahatlatıcı sapiens
kavramının ardına saklanan insanın gerçek yüzü ortaya çıkıyor. İnsan, yoğun ve
kararsız bir duygusallığa sahip, gülümseyen, gülen, ağlayan, endişeli, kaygılı, oyuncu bir canlı; mest
olan, kendinden geçen ve seven bir varlık; hayallerle dolu, ölümü bilen ama
ölüme inanamayan bir yaratık; miti ve büyüyü yaratan, kendisine hayaletlerin ve
tanrıların musallat olduğu, hayal ve vehimlerle beslenen, nesnel dünyayla daima
kararsız ilişkiler içinde olan öznel bir canlı; hataya, gaflete açık,
düzensizlik yaratan müfrit bir varlıktır. Ve hayali olan ile gerçek olan
arasında gidip gelmelerin, kararsızlığın, istikrarsızlığın, ölçüsüzlüğün ve
vehimlerin bir arada oluşuna, nesnel ile özneli, yanlış ile düzensizliği
karıştırmaya delilik adını verdiğimize göre homo
sapiens’in homo demens (deliler,
bn.) olduğunu görmek zorundayız.[7]
TDH İklimi Tehlikede:
Buzlar erirken
Sınıflı
toplumların tarihini değil de türün tarihini veri almak ve siyasetle olan
ilişkimizi de buna göre şekillendirmek iki sonuç yaratır: Birincisi, türü
merkez almak demek türü tanımlamak, tarif etmek, türün sadece biyolojik değil
aynı zamanda psikolojik evrilişinin seyrini de incelemek ve tüm toplumsal,
tarihsel olay ve kurumları da bununla ilişkisi içinde ele almak gibi ciddi bir
felsefi tartışma ve çaba gerektirir? Tür nedir? Türü türden ayıran sınır nerede
başlar? Hangi ayrımla başlamalıyız? Türün olanakları ve oluşu içerisinde,
olmakta olan, fenemonolojik düzeyde, nereye oturmaktadır? Tür merkezli bir
siyaset nasıl olabilir veya olabilir mi? Tür dediğimizde bir ontoloji kurmak
zorunda mıyız yoksa eni-konu bir akış felsefesi, hareketin ilkelerine,
mantığına sirayet etmeye çalışan bir alet-kutusu bu konuda bize yeterli olacak
mıdır? Yoksa felsefe yine modern mağarasına girecek ve bize yeni bir “tarih
felsefesi” mi sunacaktır?
İkincisiyse,
insan toplumunun tarihi yerine insan türünü koymak siyaset alanımızda nasıl bir
etkide bulunacaktır? Bu bakış açısını benimsememiz halinde bugüne kadar
kullanılan mücadele araçlarının hangilerini öne çıkacak hangileri geride
kalacak veya belki de tümüyle sahneden silinecektir?
İlk
sorunun kısa yanıtı olarak, şimdilik yapabileceğimiz bu türden bir felsefi
çabaya girişmek gerektiğini vurgulamaktan ibarettir. Günümüzde pek çok parçası
bulunan söz konusu unsurları başka bir yerden yorumlamak gerekecek, insanla
dünya arasındaki ilişkiyi yeni bir perspektiften kurgulamak gerekecektir. Bu
anlamda, günümüzün Marks’ı değil Kant’ı (Kantçısı değil) olmak zorundayızdır.
Olanakların tahlili olarak eleştiri, kendilik eleştirisiyle birlikte bize yeni
mevziler hakkında ne söyleyebilecektir? Bu belki de başlı başına bir kitap
konusu olabilecek tartışmanın hazır yanıtı yoktur, daha çok bu konuda kafa
patlatılmaya ve cesur olmaya ihtiyaç vardır. Mevzilerin temel mekânı ve bir
olanak olarak bu yorum geliştirilmeden, siyaset anlamında, toplumda işleyecek
tek şey “zorunluluk mantıkları”dır. Sınıf mücadelesi, işleyen mantıklardan
sadece birisidir ve tüm diğer mantıkları kendi mantık dizgesi altında
toplayacağını beklemek için hiçbir neden yoktur. Hatta genel olarak da tersi
söz konusudur. Grev, “düşman” için teslim alması en kolay silahtır.
İkinci
olarak sınıflı toplum tarihi merkezli felsefi ve siyasi yorumları terk etme
zorunluluğu, bu bakış açısının yarattığı başarısızlıklar nedeniyle de
zorunludur. Rus devrimi 70 senede iflas etmiştir ve sosyalistler daha bu
çöküşün analizini bile yapamamışlardır. Devrim ve iktidar mücadelelerinin
görünüşte başarılı olduğu her yerde geri dönüş ve karşı-devrim galebe
çalmıştır. Çin, muazzam bir kötü örnektir. Belki başarılı sayılabilecek en
klasik örnek Küba’dır ve Küba da yaşadığı büyük sıkıntılara rağmen bir ada
olmanın avantajını yaşamaktadır. Öte yandan tüm büyük devrimci mücadeleler
muazzam kayıplara rağmen yenilgiyle sonuçlanmıştır. Buna karşı ulusal
mücadeleler çok daha başarılı olmuş ve genellikle ya amaçlarına ulaşmış ya da
inkâr edilemez bir meşruiyet kazanmıştır. Bunun nedeni elbette içsellik - dışsallık
ilişkisinde aranmalıdır ve yazımızın devam eden kısmında Kürt meselesi
üzerinden bu nokta örneklendirilmeye çalışılacaktır.
Sınıf
toplumlu açıklamaları merkez alan siyasetin tek başarısızlığı bu da değildir.
Sonuç alma, hak mücadelelerinden başarıyla çıkma, rejime geri adım attırma gibi
konuların tümünde de Türkiye sol hareketlerin karnesi pek başarılı değildir.
Söylemindeki tüm haklılık ve açıklığa rağmen (herkesin bildiği açlık, sömürü,
baskı, yolsuzluk vb. kavramlar) toplumda etkide bulunamamakta, ödediği muazzam
bedellere nazaran hedeflerine kıyaslı çok daha küçük kazanımlarla (dergi,
sendika, meslek örgütleri gibi mevziiler) yetinmek durumunda kalmaktadır.
Dolayısıyla bu pratikte bir sorun olduğunu, harcanan muazzam emek ve ödenen
bedel karşısında elde edilenlerin çok sınırlı olduğu (buradaki sınırlılık
‘hedef’le kıyaslanarak düşünülmelidir) çırılçıplak ortadadır.
Peki
bu pratik nasıl aşılacaktır? Bunun önündeki en büyük engel, TDH’nin genelini
kapsayan bir iradecilik mantığıdır. Öncüye, dolayısıyla kendine, atfettiği bu
narsistik rol TDH’nin toplumla, kitlesiyle arasında derin bir mesafe kurmuş,
büyüsüne kapıldığı iradesini var etmek için toplumsal mücadelelerin
gerçekliğinden kopuk bir alanda TDH daha çok kendi kendine cereyan etmiştir.
Tüm iradeci, devrimci, eylemden yana, silahlı mücadeleyi devrimci mücadelenin
ispatı ve koşulu gören yaklaşımlar, sonuç olarak ancak meslek örgütleri,
gazeteler, müzik grupları, sanat kurumları elde edebilmiştir.
Dolayısıyla
sınıflı toplum açıklamalarını merkez alan siyasetlerin gerçeklikten kopuşu ve
söz konusu açıklamaların teorik yetersizlikleri belki iki farklı düzlemde ancak
aynı potada birbirlerinin karşısına çıkmıştır. İnsanı tartışmak, kaçınılmaz
olarak kültürü ve türü tartışmak haline gelmiş ve bu tartışmaları yapanlar da
siyasal mücadelelerde ağırlık noktasını sınıfa değil kimliğe, devrime değil
iktidara, onun işleyiş biçimlerine vermiştir. Kürt Hareketi’nin geliştirmeye
çalıştığı yordam bu perspektiften başka bir anlam kazanır. Belki birisi henüz
nüve halinde olan iki açıklamaya dayanan iki siyaset tarzı birbirlerinden
farklılaşmış ve her ikisi de üstün ve zayıf taraflarını en açık halleriyle
taşımaya başlamıştır.
Spekülatif
bir alanda olduğumuzun bilinciyle tekrar edecek olursak tarihin, toplumların ve
aynı anlama gelmek üzere sınıfların tarihi olduğunu kabul etmek yerine,
insanlık tarihini hem kültürel hem de antropolojik, dolayısıyla psiko-biyolojik
bir türün tarihi bağlamında ele almak siyasal açıdan pek avantajlı
görünmemektedir. Tarih, sınıflı toplumların tarihinden başlatıldığında ve
iktidar ilişkilerinin dönüşüm mantığına göre ele alındığında karşımıza çıkan
mantıklı ve çizgisel ilerlemenin (ilkel komünal-köleci-feodal-kapitalist-sosyalist-komünist)
konformizmi ortadan kalkar. Türü merkez alan bir siyaset düşüncesi, daha ilk
adımında topaldır: Tür nedir? İnsan varlığını, insanal varlığı tür olarak
kodlayacak yapı ve alet çantası nerededir? Türü türden ayıran sınır nereye
çizilecektir? Üstelik bu türden bir bakış açısı türcülük, biyolojizm gibi
geçmişte tehlikeli sonuçlar üretmiş biyo-iktidar deneyimlerinin tekrarının
ötesine geçememe riski taşıyacaktır. Dolayısıyla tür düşüncesi, belirli bir
yaşam merkezcilik ve evrim göndermesi yapsa da köken ve başlangıç
belirtemeyecek dolayısıyla belki de kısır bir döngüye hapsolmamıza neden
olacaktır. Kaldı ki eğer türle ilgili bir bakış açısı geliştirilebilirse de bu
açıktır ki siyaset alanından çok felsefe alanında, yani değiştirme değil de
yorumlama alanında geliştirilebileceğinden bu siyasal olarak hiçbir şey yapmamamız
ve her şeye boş vermemiz anlamına gelecektir. Tam da bu belirsizlik ve karar
verilemezlik (Pascal ve Derrida burada bize önemli hizmetlerde bulunurlar)
anında karşımızda, önümüzdeki siyasal uzamı doğru okumak ve doğru sonuçlar
çıkartmaktan başka ihtimal yoktur.
Tam
da burada Türkiye’nin güncel durumu ve TDH’nin deneyimi bizim teorik
kararsızlıklarımızı yontarak yürümemizin mümkün olduğu yolun açılmasına eşlik
eder. Devrim ile Karşı-Devrim arasındaki diyalektiğin güzel bir örneği olarak
iktidar, kendi eliyle direnişin aletlerini yaratırken bir yandan da bu aletleri
kullanacak olan çokluğu oluşturur. Geriye kalan, bu çoklu alanın içindeki
iradeler ve mantıklar arasındaki bir mücadeledir. Bu alanda hangi irade
egemense, rejimin sınırlandırmaya çalıştığı alet edevatı kullanmaya kim daha
muktedirse o kazanacak ve karar da böylece tarihin akışı içinde
gerçekleşecektir.
Klasik
Marksist söylemin ne ölçüde darbe aldığını görmek için iktidarın yapıp
ettiklerine kabaca göz atmak yeterlidir. Sadece 12 yıllık AKP dönemi bile, hiç
de iktidarın mutlak bir burjuva baskı aracı olmadığının, iktidarın da
çıkarlarının gerektirmesi durumunda burjuvaziye kafa tutabildiğinin, bir
kişinin iradesinin ve bu kişinin öznelliğinin tüm diğer belirleyicilerden daha
önemli bir hal aldığı bir ortam sunmaktadır bize. Alt yapı üst yapı
tartışmalarını boşa çıkaracak türde canlılıkta gerçekleşmektedir her şey.
Burada söz konusu olan sınıflar değil, hareketlerin, ailelerin hatta kişilerin
çıkarları, arzuları ve hedefleridir. Ortada bir ezen-ezilen ilişkisi varsa bile
bu oldukça girifttir, çünkü birden çok fay hattı bulunmaktadır. Tüm bu ortamda
elinde Marksist programla gezmenin pratik karşılığı şudur: Gezi’yi hiç kimse
beklemiyordu! O halde soru da şudur: O halde Marksist programların bir önemi
var mıdır?
Söz
konusu ayrımı canlı izlemenin çok kolay ve mümkün olduğu bir diğer alan da tüm
toplumsal muhalefeti kapsayan tartışmalardır. Özellikle “çözüm süreci”yle bu
tartışma çok daha yakıcı bir hâl almış görünmektedir. Öyle ki hayatında silahlı
ya da radikal mücadele biçimine başvurmamış hareketler bile Kürt hareketinin
silah bırakma ihtimalini dünyanın sonu gibi görmekte ve çeşitli açıdan ona saldırmakta
beis görmemekte; buna mukabil elinde silahı olsa bile Çağlayan Adliyesi’nde
polisle müzakereden imtina etmeyen gruplar müzakereyi zinhar günah ilan
edebilmekte; Grup Yorum ve ÇHD gibi kurumlar mecliste CHP milletvekilleriyle
basın açıklaması yaparken[8]
aynı siyasal evreni paylaşan bu kesim, Kürt hareketinin benzer mevzileri bizzat
öz-gücüne dayanarak işletmesine ilkesel olarak yani kökten itiraz
edebilmektedir.
Aynı
tutarsız tartışma seçim çalışmaları konusunda da görünmektedir. HDP’nin
seçimlere girmesi, barajı aşması durumunda rejimi içinde bırakacağı kriz aşikâr;
rejimin açmazından kurtulmak için seçimleri ertelemek gibi bir silaha bile
başvurulabileceği yüksek sesle dile getirilirken seçimlerde HDP’ye oy vermenin
reformist bir tutum olacağını söylemekten duyulan haz hâlâ gizlenememektedir.
Üstelik eleştiri sahipleri kendi mantıklarının 40 yıllık sonuçsuzluğuna ve Kürt
hareketinin sonuç almadaki mahirliğine de aldırış etmemekte; ortada açık seçik
duran bakiyeyi hiç üstlerine almamaktadırlar. Dolayısıyla pratiğin kendisi,
Türkiye Devrimci Hareketi’nin kaba Marksist ve ekonomist indirgemeciliğini,
iradeciliğini, mahareti kendinden menkul öncülük iddiasını yok edip atmıştır.
Tam burada “Kendini tatmin siyaseti” ile “değer yaratma siyaseti” arasındaki
ayrım belirginleşmeye başlamıştır. Üstelik ayrım, sonuçları doğrudan pratikte
hüküm süren bir şekilde kendini göstermektedir.
Ezilenlerin Uzun
Mücadele Tarihi
Eğer
insan türünün ve toplumların yaşamında bir ilerleme veya kazanımdan bahsedilecekse,
bu kazanımların temel özelliği geri döndürülemez oluşlarıdır. İnsanlığın ve tür
olarak insanın hafızasına, genetik kodlarına kazınmış bu gelişmeler, insan
türünün gelecekteki hayatı nasıl olursa olsun arkaik biçimde bile olsa
işleyişlerini sürekli devam ettireceklerdir. Örneğin, dil ve aletler böylesi
kazanımlardır.
Peki,
siyasal ve toplumsal mücadelelerde yukarıda verdiğimiz örneklerin muadili
nedir? Eğer onurlu, adil, özgür vb. türden değerlerle anılacak bir yaşantımız
veya insan toplumunun bu türden kazanımları varsa bunun altındaki temel faktör
nedir ve nerede aranmalıdır?
Bu
sorunun yanıtı hiç şüphesiz kan, gözyaşı ve savaştır. İnsan toplumunda tek bir
hak yoktur ki, uğruna oldukça orantısız bir şekilde kan dökülmeden kazanılmış
olsun. Veya tersten hiçbir hak yoktur ki yine orantısız bir şekilde kan
dökülmeden gasp edilmemiş olsun. Kazanım ister hakiki ister biçimsel olsun
tümüyle kanla, yıkımla ve savaşla kazanılmıştır. Diyelim ki salt bir ideal ve
biçimsel bir örnek olarak kabul edilecek olsa bile Birleşmiş Milletler kurumu
ve nosyonu İkinci Dünya Savaşı’ndaki korkunç yıkımın ardından gelmiştir. 8
Mart, 1 Mayıs, seyahat hakkı, iltica hakkı, anadil hakkı, genel oy hakkı gibi
tarihsel gün ve haklar böylesi kanlı mücadelelerle kazanılmıştır. Daha pek çok
örnek verilebilir. Ülkemizde Kürt kimliği kapsamında kazanılan haklar veya kat
edilen aşamalara baktığımızda; Cumartesi Annelerine/İnsanlarına, Hayata Dönüş
operasyonu sonrası süreç dışındaki tüm cezaevi direnişlerine baktığımızda aynı
şeyi görürüz.
Elbette
tarihin çok ama çok uzun, çok ama çok yavaş akışı içerisinde dökülen kanın
hiçbir damlasının boşuna gitmediğini, tıpkı her bir yağmur damlasının
eko-sisteme yeniden dâhil oluşu gibi, gönül rahatlığıyla ifade edebiliriz.
Çünkü bir yandan da akan kana karşı insanlığın zihinsel atlası kan dökülmesinin
önüne geçmek için büyük mücadeleler vermiş, tam da bu noktada insanlığın
ilerlemesi, gelişimi, güçlenmesi türünden bir şeyden söz edebileceksek, kanın
dökülmesinden çok dökülen kanın durdurulmasını sağlayacak yöntemlere
odaklanarak gelişmiştir. Bu nosyon o kadar güçlüdür ki ülkemizdeki 12 Eylül
askeri darbesi ve tüm evrensel muadilleri, hatta kanlı savaşların kendisi bile
“akan kanı durdurmak” kutsal değeri arkasına gizlenmiştir. Bu şüphesiz insan
toplumunun uzun tarihi içinde kan dökmenin, kendi kanını akıtmanın giderek daha
az arzulanır ve faydalı bir unsur haline dönüşmesinden kaynaklanır. Kim bilir
artık insanda, döktüğü kanın bedeli olarak, kandan duyulan bir tiksinti peydah
olmaktadır!
Ülkemizden
güncel örneklerle bu noktayı çok daha açık ve net hale getirebiliriz. Örneğin
gözaltında kayıplara karşı yapılan veya yapılabilecek hangi silahlı ve şiddetli
eylemler bütünü, Berfo Ana’nın acısı kadar rejim üzerinde basınç oluşturabilir?
Rejim üzerinde basınç oluşturacak yegâne unsur, gözaltında kaybetmenin kabul
edilemez bir politika olduğunun bilinç ve vicdanlarda açık hale gelmesiyle
mümkündür. Öte yandan silahlı mücadele biçimlerinin daha sonuç alıcı olduğunu
söylememiz için bir neden yoktur.
Bu
açıdan bakacak olursak 90’lı yıllarda 14 gün olan ve 28 güne çıkabilen
işkenceli polis sorgularının bugün çokça tartışılan iç-güvenlik yasalarıyla 1
günden 2 güne çıkarılmasının neredeyse tüm toplum tarafından faşizm olarak
kodlanması da farklı bir anlam kazanır. 90’larda hiç de toplumsal bir tespit
olmayan, hatta bugünlere göre daha iyi olduğu düşünülen rejimin karşısında
bugün hiç sayılabilecek bir düzenlemenin kopardığı gürültü, sadece rejimin
faşizanlaşması değil aynı zamanda toplumsal muhalefetin psikolojik bir kazanımı
anlamına da gelir. Evet, ortada somut bir kazanım yoktur, ama işlevi bozulmuş
baskılar ve kazanılmış özgürlükler vardır. Yine AKP’ye oy veren geniş
kitlelerin AKP eliyle bir tür hızlı modernizasyondan geçirilmesi ve
normalleşmesi eklendiğinde, meselenin basit bir ülke yönetme değil aslında bir
toplumun dinamiklerinin dönüşümünü yönetmek olduğu da açığa çıkar. AKP
sürecinde resmi ideolojinin aldığı hasarın ve çözüm süreciyle şovenist zehrin
bir nebze olsun kırıldığını da belirtelim. Aynı anlama gelmek üzere CHP’nin
dahi Ermeni milletvekili adayı çıkarmış olmasıyla övünmesi, ön-seçimlerde
ulusalcıların aldığı yenilgi gibi pek çok unsur bu listeye eklenebilir. Bunlar
AKP’nin bahşettiği haklar da değillerdir; aksine bedeli oldukça ağır ödenmiş
kazanımlardır. AKP’nin yapmaya çalıştığı bu hakları verir görerek dönüşüm ve
değişim isteğini zincirlemektir. Peki, bu kazanımın ve dönüşümün arkasında
yatan şey “silahlı mücadele verilmesi” mi yoksa “tek kurşun sıkmamış” kitle
mücadeleleri midir? Açıktır ki ikincisi çok daha fazla kan taşımıştır.
Dönüşümdeki esas nokta mağduriyet ve mağduriyete rağmen direnç olmuştur.
Üstelik silahlı mücadele, Kürt halk hareketiyle birleştiği istisnai ve kurucu
örneği dışında – ki, o kazanımlar da 90’lı yıllardan bu yana denge aşamasını
aşamamaktadır- sürekli olarak tam aksi sonuçlar doğurmuş ve her silahlı girişim
daha büyük bir ezilmeyle sonuçlanmış neticede devrimcilerin ölümü halk
kitleleri nezdinde değersizleşmiştir.
Peki,
kitleler nezdinde itibar kazanan, değersizleşmeyen, sahiplenilmeye devam eden
mücadele mevzileri nerelerdedir? Örneğin Grup Yorum bu örneklerden birisidir.
Silahlı ve şiddetli mücadelenin en hararetli savunucularından olan bir
geleneğin temsilcisi olarak verilen yüzlerce “şehit”e rağmen Grup Yorum’un tek
bir şarkısının çok daha etkili olması, yine ÇHD gibi bir kurumun kitleler
nezdinde çok daha etkili olması bu geleneğe neden hiçbir şey ifade
etmemektedir? Evet, bu kurumlar da kör şiddet politikasının birer uzantısı
olarak işlev görebilirler; ancak yine de gördükleri işlev kitlelerin
ortasındadır ve bu yönüyle silahlı mücadeleden büyük bir etkiye sahiptir. Hatta
bu kurumlar olmadan silahlı mücadele işe yarayacak alan da bulamamaktadır.
Zaten söz konusu geleneğin politik pratiğine bakıldığında da bu nokta nettir.
Örnekler
sayısızca çoğaltılabilir. Ama tarihsel mücadelelerin muhasebesi ortadadır.
Şiddet, tıpkı Semih Kaplanoğlu’nun Leopar’ın
Kuyruğu filminde olduğu gibi, dönüp kendine saplanan bir bumerang etkisine
sahiptir. Devlet, saldırıya uğradıkça yenilmezleşmekte, devrimciler saldırdıkça
güçsüzleşmektedir. Ancak devlet saldırdığında gücü azalmamakta, muhalifler yine
sindirilmektedir. Devlet ile toplum arasındaki bu asimetrik ve eşitsiz savaş,
mücadelenin silahlı ve şiddetli araçlarla sürdürülmesi takıntısının kime
faydası olduğunu çok net göstermektedir. Burada tartışılması gereken şey, bu
eşitsiz savaşta devrimcilerin silah kullanmasının haklı olup olmadığı değil,
yaratılması gereken ve olası mevzilere ne kadar tuğla taşıdığıdır.
Silahlı Mücadele Mümkün
mü?
Peki,
bu silahlı mücadele döneminin bittiği anlamına mı gelmektedir? Burada ikili,
hatta üçlü bir yanıt verilmelidir. Birinci olarak silahlı mücadele, eğer
oynadığı kurucu bir rol varsa da, TDH içinde oynamıştır ve bugün verilen
örnekleri, mücadelenin daha ileri taşınması gibi bir sonuca ulaşmamaktadır.
Dolayısıyla silahlı propaganda merkezli silahlı mücadele anlayışı, şu gün ve
coğrafya durumu için herhangi bir mevzi kazanımı potansiyeli taşımamaktadır; en
azından bugüne kadar yapılan eylemler itibariyle bu böyle. İkinci olarak, yine
de bugünün karşı-devrimci örgütlenmesi itibariyle, silahlı mücadele bir
öz-savunma çizgisi olarak meşrulaşma eğilimi taşımaktadır. Hem Ortadoğu’da
yaşananlar hem de toplumun bir iç-savaş toplumu olarak örgütlendiği gerçeği,
iktidarın niteliğinin apaçıklaşması, savunma unsuru olarak silahlı mücadeleyi
meşrulaştırsa da bu toplum nezdinde hem arzu edilir değildir –zira toplum
kendini savunmayı bilmemektedir- hem de bir bağlamı olmadığı sürece tek başına
kurucu bir rol oynamamaktadır. O devrimin ve öz-savunmanın bir uğrağı olarak ne
kadar güncel olursa olsun, bir bağlamı olduğu sürece pratik bir sorun
olacaktır. Ancak bağlam ortada olmadığında ondan söz etmek, onun kitle
hareketine daha da uzaklaşmasından başka bir sonuca yol açmayacaktır. Dolayısıyla
devrimci mücadelenin temeli veya kıstası silahlı mücadele, daha doğrusu silahlı
propaganda değildir. Mücadelede temel, olanakların mevziiye dönüştürülmesidir.
Silahlı mücadelenin bir işlev oynaması her zaman söz konusudur ancak günümüz
Türkiye’sinde kurucu işlevi ve rolü zaten oynamıştır. Bugünden ve bundan
sonrası ancak savunma konseptinde gündemleşebilir. Bir savunma aracı olarak
şiddetinse tartışılacak bir yanı yoktur: Bu meşru bir haktır ve ezilenler
tarihin başından beri bu hakkına başvurmaktadırlar. Ama istediklerinden değil,
mecbur kaldıkları için. Dolayısıyla ömrü tamamlanan silahlı siyaset değil de
silahın merkezinde olduğu, temel propaganda yöntemi olduğu mücadele biçimidir
diyebiliriz.
Değer Yaratmak
Siyasetine Karşı Kendini Tatmin Etmek
O
halde toplumsal muhalefetin elinde asıl olarak tek yöntem kalmaktadır: Mevzi
savaşı ve değer yaratmak.
Bugün
Kürt hareketinin yürüttüğü müzakerenin önemi bu açıdan oldukça büyüktür.
Burada, en azından bizim coğrafyamız için yeni, en azından her zamankinden
güçlü bir mücadele paradigması doğmaktadır. Sistemin dışında örgütlenip sisteme
saldıran bir pozisyondan çıkıp, sistemin içine neredeyse zorla girip sistemi
dışına doğru iten bir hareket söz konusudur. Deleuze’ün savaşın mantığını
meşhur Go oyununa benzettiği bir düzlemdir artık. M. Kubilay Akman düşünürün
yaklaşımını başarıyla şöyle özetler:
Satranç ve go oyunlarıyla, devlet
savaş makinası arasında bir bağıntı kurulmuştur. Satranç bir “devletlilik”
halini yansıtır. Taşlar kodlanmıştır. Her taş göreceli bir erke sahiptir. Go
oyununun taşları ise basit aritmetik birimlerdir. Burada piyonlar “özneleşmemiş
bir makinasal düzenleme”nin öğeleridir; “onların iç özellikleri yoktur, sadece
durumları vardır”. Satranç kodlanmış, kurallaştırılmış, cepheyi ve geri güçleri
içeren bir savaştır. Go ise, kavga çizgisi, cephesi ve geri güçleri olmayan bir
savaştır. O tam bir strateji oyunu iken satranç salt bir göstergebilimdir. Ve
son olarak, ikisinin mekanı da farklıdır: Go’nun “kaygan” mekânına karşıt
olarak satrancın “pürtüklü” mekanı…[9]
Sınırlar
çokludur, paraleldir ve aynı zamanda birbirlerini kesmektedirler. Çünkü
sınırlar sonsuzdur. Birbirine paralel olan iki sınır, yine birbirine paralel
olan iki sınır tarafından kesilmekte, bu dört sınır arasında bir alan doğmakta,
bu alan çoğunlukla başka bir sınır tarafından daha kesilmekte ve böylece tüm
ayrımların hem sürekli silindiği hem sürekli oluştuğu bir coğrafya
oluşmaktadır. Burada siyah ile beyaz taşlarla oluşturulan sınırlar, belki de en
zayıf oldukları anlarda dahi birbirlerine dönüşüp birbirleri tarafından
içerilebilmekte, dolayısıyla güçlenebilmektedir. Burada söylemler sizin
ezel-ebet amaçlarınızın tutarlı formülasyonları değil, hareketli bir akış üzerinde
yol almanızı sağlayan sallar, bloklardır. Söz konusu olan oportünizm veya
eklektizm anlamında değil bir içerme ve dönüştürme anlamında pragmatizmdir.
Kürt Siyasal Hareketi Başarılı
Olurken Türkiye Devrimci Hareketi Neden Olamadı?
Kürt
hareketi, belki elindeki silah gücüyle müzakere masasına oturdu; ancak o masada
kalmasını işte tam da bu sınır oyununa olan hâkimiyetine borçlu. Bu sınır
oyunuyla hem sayısız mevzi yarattı hem de kendisini ve hareketini sürekli
dönüştürdü. Onun bu siyasal yeteneğini ve genel olarak TDH’nin diğer
parçalarının yapamadığını nasıl yaptığını sormaksa oldukça önemli.
Birinci
olarak Kürt Siyasal Hareketi içsel, Türkiye Devrimci Hareketi ise dışsal
unsurlara dayanarak gelişti. Türkiye devrimci hareketinin liderleri, köy
enstitüsünde yetişen ebeveynlerinin yetiştirdiği idealist, halklarını ve
yoksulları kurtarmaya çalışan neredeyse “peygamber”lerdi. Kürt hareketinin
lideri ve arkadaşları ise içeridendi, doğrudan Kürtlerdi ve ekseriyetle yoksul,
köylü Kürt halkından geliyorlardı. Öcalan’ın “bana ilkokulda kuyruklu Kürt
diyorlardı”[10]
sözü, bu basit söz, aslında tüm hikâyenin şifresiydi. Öcalan’ın Kürtlüğü onu
her tür Kürtle özdeşleştirir ve eşlerken, muadilleri, Mahirler, İbolar,
Denizler her erdemlerinde halktan daha da uzaklaşıyorlardı. Devrimin yüzü
Deniz, son mektubunda kardeşine bilim adamı olmasını öğütlüyor ve gitar
konçertosu dinlemek istiyordu. Kaypakkaya’nın daha çocukken keman çalarken
fotoğrafları vardı. Birinci fark, bu içsellik dışsallık farkıydı.
İkinci
fark, bizzat Türkiye ve Kürt toplumları arasındaki, muhtemelen sömürgeciliğin
uzun tarihinin de önemli bir katkıda bulunduğu kültürel, toplumsal farktı.
Deniz Gezmişlerin idam edildiği, Mahirlerin öldürüldüğü günün ertesi, Türkiye
devriminin toplumsal tabanı, yani döneminin kentli orta-sınıfı ve bir parça da
yoksulu, ağlamaklı gözlerle işbaşı yapmanın ötesine geçmedi. Hatta bazı
örgütler, bu gencecik devrimcilerin yolunu “küçük burjuva devrimciliği” olarak
yaftalayıp reddi mirasa kadar vardırdı işi. Ancak Kürt toplumunun tepkisi böyle
olmadı. Kimi zaman gerilla cenazelerini almak için sınırları geçtiler,
çocuklarının kaderlerini paylaşmaya çalıştılar. İki toplum arasındaki yoksulluk
ve sömürünün uzun tarihinden, belki de örneğin kadının ve özellikle annenin
Kürt toplumundaki özel yerinden gelen bu fark iki siyaset tarzı arasındaki
mesafeyi derinleştiren bir diğer ölçüt oldu.
Üçüncü
fark, Türkiye Devrimci Hareketi’nin uzun yenilgiler tarihi arasında hafızasına
reset atma fırsatı bulamazken, Kürt hareketinin son atılımını darbeden sonra,
yani yenilgi almaksızın başlatması oldu. Dolayısıyla mücadele, bir yenilmezlik
parolasıyla doğdu. Gerilla hareketinin esnekliği böylece bir tür yenilmezliğe
ve kitleler arasında tutan bir mayaya dönüştü. Coğrafya bu stratejiye hizmet
etti. Uzun yoksulluk ve sömürgecilik tarihi, bir diğer başka faktördü. ,
Dördüncü
fark, bugün son büyük din denilen pozitivist ve aydınlanmacı bakışın, son
dönemdeki kimi cılız itirazlar dışında, Türkiyeli devrimcilere kuruluşundan
yakın zamana kadar tepeden tırnağa hâkim olmasıydı. Bu şekilde “bilimsel
sosyalizm” savunusu yapmak, sosyalistlerin en büyük maharet saydığı şeydi. Oysa
Kürt Siyasal Hareketi başka bir mecradan, mitolojiden ilerledi. Newroz gecesi
kendisini ateşe veren devrimciler şahsında mitolojik bir karakter olan Kawa
yeniden ve daha doğrusu gerçekten vücut buldu. Bu, Kürt halkının elinde gerçek
bir meşaleye dönüştü ve onlara bir tarih bilinci kazandırdı. Mitolojinin
tinselliği, bilimselliğin romantizmi karşısında galebe çaldı. Kürt’e,
dolayısıyla İnsan’a, kökenindeki efsaneyi hatırlattı ve onu diriltti.
Beşinci
olarak Kürt hareketi, orak-çekiçli yıllarında bile, tam anlamıyla
Marksist-Leninist bir hareket olmadı ve bu ona daha geniş bir hareket alanı
sağladı. Yine uluslararası alanda kendisine geniş bir yelpaze sağladı ve uluslararası
çelişkilerden taktiksel olarak beslenmeye çalıştı; coğrafya dersini iyi çalıştı.
Marks’ın eserlerini bile doğru dürüst okumadan Marksist programlar yazan ve onu
amentüleştiren TDH ise ancak ölümü göze alan cesaretleri ve bitmek bilmez
dirençleriyle mücadele ve irade vurgusunda bulundular. Ancak bu devrimci
strateji, verilen ölüler ile can verilen değerler arasındaki ters orantıyı
hiçbir zaman açıklayamadı.
Son
olarak elbette liderlikler arasında ve tüm bu saydığımız farkların bir sentezi
olarak son bir farktan söz etmek gerekiyor. Kürt hareketi, kendi karizmatik
liderliğinin ve siyasal yetisinin dışında, belki de bu özelliklerinin temelinde
olan sezgiselliğe verdiği önemle de tüm dogmatik ve bilimci liderlerden ayrıldı
ve yeni bir alan açtı. Son yıllardaki tüm Newroz kutlamalarının ne diyeceği
merakla beklenen başat aktörü, dışarıda olduğu son Newroz kutlamalarında, bu
yazıya nazire yapar gibi, şu sözleri söylemişti: “Hazineler kaybedildikleri
yerde aranır... İnsanlığın kökleri burada aranır… Biz ilk insanı arıyoruz ve
olursa, muhtemelen son insan da o olacaktır.”[11] Bu
nokta Kürt hareketinin tarihi toplumla değil insan türüyle başlattığının, en
azından ikisini bir arada ele almaya daha fazla çalıştığının bir ifadesi olarak
okunabilir.
Tüm
bunları belirtmemin nedeni Kürt hareketine övgüler dizerek Türkiyeli
devrimcileri öteleyerek rencide etmek değil. Hiç de itibarlı bir iş olmadığını
ve haksız suçlamalarla muhatap olacağını bilerek bu yazıyı yazmamın nedeni
artık yeterince görünür olanı ilan etmeye dair, kendimce, duyduğum bir
felsefecinin tavrı: İki tür siyaset tarzında bir ayrıma gitmek ve ortaya çıkan
her şeyin bu ayrımı daha da görünür kıldığını söylemek: Değer yaratma siyaseti
ve kendini tatmin siyaseti.
Değer
yaratma siyasetinin yarattığı mevziilerin arasında Grup Yorum, ÇHD, İHD,
Cumartesi Anneleri, Barış Anneleri, Barış Treni, HDP vb. daha onlarca kurum ve
mevzi bir çırpıda sayılabilir. Örneğin Yurt Gazetesi’nde çıkan “Organik Cephe” başlıklı haber gerçekten
de taktire şayandır. Bu
mevzi ve değerlerin içinde elbette “silahlı” veya “yasadışı” olan kimi kurum ve
durumlar da vardır. Ancak önemli olan onların silahlı olması değil belirli bir
zorunluluk mantığı kapsamında buz kırıcı işlevi görmesiydi. Ancak bugün
yeterince insanın öldüğü, ölünerek ve öldürerek alınanların temel olarak
alındığı bir düzlemde silahlı mücadeleyi her türlü siyasal faaliyetin temel
kriteri haline getirmenin lehimize olduğuna inanmak için çok az nedenimiz var.
Kürt hareketinin kendi coğrafi, psikolojik ve siyasal koşulları nedeniyle
silahlı mücadeleye bizden farklı bakmasında anlaşılmayacak yan yok: Zira zaten
silahlılar ve karşılarında IŞİD gibi örgütler ve çeşitli devletler var.
Türkiyeli silahlı mücadele yanlısı devrimcilerinse bu nedensellikler karşısında
ellerinde tek şey var: “Devrim silahla olur”. Önce siyasal bir iktidarı
devirmekle kodlanan devrim ve sonra da romantizmin sembolü olduğunu iddia
ettikleri silahtan başka her şeyi çöpleştiren bu tutumsa şunu
açıklayamamaktadır: Devrim olmak zorunda olduğunda olacaktır; ancak onu
gerçekleştirecek onlarca faktör arasında her şey tamam da bir silah mı eksik?
Türkiyeli
devrimcilerin, bu yazının eleştirmeye çalıştığı kesmi devrim yaparken silaha
ihtiyaçları olacağını hiç akıllarından çıkarmıyor; ancak şunu da görmezden
geliyorlar: Şu an ihtiyaçları olan şey silah değil, şu an ihtiyaçları olan şey
‘halk’. Dolayısıyla önce halk olmaları, bir halkı kurmaları gerekiyor; eğer
bunu silahla kuracaklarına inanıyorlarsa 40 yıldır neden kuramadıklarını ve
bundan sonra geçmişten farklı olarak nasıl kuracaklarını da açıklamaları
gerekiyor. HDP’nin yürüttüğü “Biz’ler Meclise” isimli çalışmanın, kendi tekçi
ve merkezi iktidara kafayı takmış söylemlerine karşı neden başarılı olduğunu
sorgulayarak işe başlayabilirler.
Kendini
tatmin siyaseti olarak adlandırdığım şeyse, çok basit olarak, siyasal
kazanımlar elde etmek, mevziler yaratmak ve bunların gerektirdiği çeviklik ve
kıvraklığa ulaşmak yerine çeşitli duygusal/dürtüsel refleks, dogma ve sanıları
yineleyerek kendi kolektif kimliğini sürekli üretmekten ibaret bir eylem
tarzını ifade ediyor. Ne kadar hoş, romantik olursa olsun, temel mantığı
kazanım elde etmek değil de tepki göstermek ve kendini rahatlatmak, sevmek,
ispatlamak, borç ödemek vb. olan tüm politika yapış tarzlarını bu sınıfa
koyuyorum. Silahlı mücadelenin çoğu örneği gibi BirGün’ün Tayyip Erdoğan
merkezli “lafı gediğine koyan” cuk-oturttumcu manşetleri de bu tarza örnek
verilebilir. Bu mücadele ve tarzlar tümüyle değersiz değildir ancak değer
yaratma konusunda da genellikle yeterince vaatkâr değildir. Olanakları
değerlendirmek yerine ondan çeşitli duygusal tatminler elde etmek tarafından
güdülenmişlerdir. Bu anlamda değer yaratma siyasetinin, Lenin sosyalizminde
elektrifikasyon neyse halkların ve kimliklerin mücadelesinde de mevzi/değer’in
bir tür mücadele kalkınma motoru olduğunu belirtmek istiyorum.
Son
olarak iki siyaset tarzı arasındaki farkı, silah ve şiddet unsurları
içermeksizin, geleceği ne kadar belirlediği, ona ne kadar yön verdiği, geri
döndürülemez olması anlamında ne kadar değer yarattığıyla ilgili olarak
algılayabiliriz. Silinemez olan, rejimin silahlarını hasara uğratan ve
kullanılamaz hale getiren ve biz’ler kuran siyaset araçları bu anlamda değer
yaratma işlevi görürken bu hedeften kopuk mücadele biçimleriyse bu
sınıflandırmanın dışında yer alır.
Erdem Ayçiçek(ler) Şaka
mı Yapıyor?
Erdem Ayçiçek(ler) Şaka
mı Yapıyor?
Kampfplatz’ın
8. sayısında yayımlanan Erdem Ayçiçek imzalı “Yola Çıkış ve Yola Varış: Kürt
Siyasal Hareketi (PKK)”[13]
yazısının tam da burada anılması gerekiyor. Bu gerekçe, sadece kişisel olarak
beni ilgilendiren bir unutkanlıktan kaynaklansa belki gereklilik doğmamış
olurdu. Ancak Ayçiçek bol dipnotlu pek akademik yazısında bir hata yapmış ve
verdiği dipnotta Cengiz Güneş’in “Kürt
Ulusal Hareketi: Direnişin Söylemi”[14]
isimli çalışmasını kaynak gösterirken eserin bir çevirmeni olduğunu, ki o
çevirmen benim, unutmuş ve dipnotunda belirtmemiş.
Elbette
böylesi bir unutkanlık çok önemli değil, ancak iki bakımdan bu örnekte önem
kazanıyor. Birincisi kitabın yazarı bir Türk (aslında Kürt) ismi olduğu için,
kitabın bir çevirmeni olduğu fikri ilk bakışta insanın aklına gelmiyor. Ancak
bu kadarla sınırlı kalmıyor, ikinci olarak, bu tutum Ayçiçek’in kitabı kaynak
göstermesine rağmen, bir çevirmeni olacağını anlayacak kadar okumadığını da
sadece içindekilere bakıp yazısına en müsait yerinden dipnotlarına eklediğini
de gösteriyor.
Cengiz
Güneş’in kıymetli ve dönüşümünü açıklamak için bence çok çok önemli kitabının
yazar tarafından okunmadığını, yazı boyunca kitabın hakkında çok temel bir
bilgi sunmanın ötesinde ele alınmayışından da anlıyoruz. Zira yazı sözüm ona
Kürt hareketinin yola çıkış ve varış noktalarını sorun ediniyor; ancak aynı
şeyi sorun edinen, İngiltere’nin sosyal bilimler alanında saygın okullarından,
bir dönem program liderliğini Laclau’nun yaptığı Essex Üniversitesi’nde
yapılmış bir doktora çalışmasının tezini ve Routledge gibi yine İngiltere’nin
en saygın yayınevlerinden biri tarafından basılmış bu kitabı, derinlemesine
incelemeye veya eleştirmeye ihtiyaç duymuyor.
Eğer
incelese ve sosyal bilimci adayı olarak yükümlülüğünü yerine getirse, Kürt
hareketinin hiç de kendisinin uydurduğu gibi sosyalizmden milliyetçiliğe
evrilmediğini[15],
aksine, illa bu iki kavram kullanılacaksa, tersinin doğru olduğunu da kavrar ve
Cengiz Güneş’in kitabına çok daha fazla yer ayırırdı. Silahlı mücadele
tartışmasından çok kendince bir takım “açmaz”lar ve “sosyalizmden geri
dönülemez” dogmasına sığınarak “sorunsallaştırdığı” iddialar üzerinden yazı,
salt bu yanıyla bile hem etik hem de gerçeğe sadakat bakımından sakat olduğunu
beyan etmekle kalmıyor tam da bu yazıda eleştirmeye çalıştığım “kendini tatmin
siyaseti”nin dolaysız ve çıplak bir örneğini oluşturarak, yazının konusuna
kendisini dâhil ediyor. Bana kalırsa yazı, KP’nin 2015 Newroz’u için yaptığı
“Newroz ateşini sosyalizm yakacak”[16] –
sanki Newroz ateşi bunca yıldır yanmıyormuş gibi- açıklamasıyla aynı Narsistik
evreni paylaşıyor.
Buna
karşın Cengiz Güneş’in kitabı, Kürt Hareketi’nin tarihini direnişin söylem
analizinden yola çıkarak irdeliyor ve denklik mantığı ile farklılık mantığı
arasındaki geçişi vurguluyordu. Buna göre daha önce kendisini Türk kimliğinin
eşiti, denk bir sınıflandırması olarak gören Kürt Siyasal Hareketi, 90’lı
yılların başından beri geliştirmeye çalıştığı yeni söyleminde ise bu kez
denkliğini değil farklılığını öne çıkarıyor ve tüm siyasal uzamını da buna göre
belirlemeye çalışıyordu. Gerçekten de Kürt Hareketi’nin silahlı mücadeleye
dayanan bağımsızlıkçı çizgisiyle özerklik arayışında somutlaşan “demokratik”
çizgisi arasındaki geçişi, dönüşümü anlamak için oldukça işlevsel olan bu
ayrım, aynı zamanda Radikal Demokrasi, tekçiliğe karşı çoğulculuk gibi ağırlık
kazanan kavramların da bir tesadüf veya siyasi takiye olmadığını gösteriyor.
Sonuç Yerine: Seçim ve
HDP çözüm mü?
Buradan
bakıldığında HDP, birinci olarak, Türkiye-Kürdistan Devrimci-Demokratik
hareketinin yaratabildiği en kapsamlı ve sağlam mevzii olması bakımından
doğrudan öne çıkıyor. LGBTİ’ler, Ermeniler, Kürtler, Aleviler, kadınlar,
Suryaniler, savaş karşıtları, vicdani retçiler gibi ezilen kimliklerin bir
koalisyonu ve cephesi olma özelliğini gösteren HDP aynı zamanda rejimi sokma
potansiyeli taşıdığı kriz bakımından da dikkat çekicidir.
Güncel
olarak bugünden göründüğü kadarıyla HDP barajı aşma çizgisindedir ve bu bile
başlı başına seçim ve yasal parti olanaklarına kerameti kendinden menkul bir
hayırhahlıkla yaklaşanları mahkûm etmeye, susturmaya (onlar susmasa bile)
muktedir bir görünüm arz etmektedir: ezilenlerin birliği ve ellerindeki araçlar
güçleniyor; ezilenlerin araçları eksilmiyor, yenileri ekleniyor.
HDP’nin
rejimin sürekliliğini bu kadar güçlü şekilde tehdit eder noktaya, görece kısa
sayılabilecek bir sürede ulaşmasıysa, asında mevzi mefhumunun ve mevzilenme
mantığının ne kadar önemli olduğunu göstermeye yetecek güçtedir. Ama
eleştirilerimizin muhatapları hala kuru gürültü çıkarmaya devam etmekte ve
“çözüm sandık değil” diyebilmektedirler. Sandığın çözüm olduğunu niye söyleyip
durduklarının gizemi bir yana, artık patolojik olabilen bu tutum, sandıktan
halkçı, rejime muhalif bir iradenin çok daha güçlü çıkmasıyken bunun tartışma
konusu edilebilmesidir.
Bu
nedenle HDP üzerindeki tartışmalar değer yaratma siyaseti ile kendini tatmin siyaseti,
olarak da okunabilir. Kesin olan şudur: siyasal mücadeleler sürecek ve değer
yaratanlar kazanacak değer yaratamayanlar ise, ister iktidarda 70 yıl kalsınlar
ister bir toplumsal olayın neticesinde hasbel kader çok istedikleri merkezi
iktidarı ele geçirsinler, kalıcı olamayacaktır. Değer yaratanlarsa yarattıkları
değerlerin içinde eriyecek ve hep yarına kalacaklardır.