Sonra bir yara gibi özledim İstanbul’u
bir yara gibi kabuğu kaşındıkça kaşınan
Orada şimdi saat gece üçtür
çoktan uyumuştur
kediler kuşlar cinler
trenler gemiler otobüsler
çiçekler ağaçlar süsler
ben burada uykusuz
mahrum ve yoksun sanki
belki her şeyim tamam
kalbinin altında lav püskürten bir mağara kadar
yine de saçma bir acıyı taşıyan
Benim coğrafyam asma köprülerle dolu
iki dağın arasında bir vadinin üzerinde
ipte yürüyen cambazlara nispeten
ayak izlerini silmeyi unutmuş bir av
kendinin karşısı bir canavar işli gömleğinde
Körfezler, kanyonlar, şelaleler
dağ dorukları, okyanus dipleri
durgun göller, çölünü yitirmiş bir hayvan
ve daha başka şeyler içimde
her birinde binlerce ben
ben olmadan boğulmuş bile
İnsan nasıl olabilir kendisiyle
kendi olmak isteyen binlerce iniltiyle
bir şey olsa da yazı yazsam üzerine
diye düşünür muharrir mesela
mesela bunu yedi kat altından söyler zihninin
çatlar arşın kabuğu
lavlar sıcak, akışkan ve kırmızı
olmanın zehri olmayı büyüler
Ben işte o çatlağım hem olan hem de olmayan
iki şeyin arasında yok eden birbirini
ne kendime benzerim ne de kendim bana
pazar yerindeki bir tezgah gibi
kendi olmak isterken kendinden nefret eden
erken keşfedilmiş akortsuz bir balalayka