5 Ekim 2020 Pazartesi

Ret Kavmi

                                                     Mala yasaklandı kendimi asetonlarla kazıdım

 

 

I

sesler tonlandı, her şey istendi nasıl istenmeliyse öyle

sırtımda cam kırığı izleri inceden inceye

bir böğürme haliyle konaklarken ömrümde

büyümüştü dişlerimiz de büyüyen her şey gibi

bilinecekti rakı, bilinecekti esrar ve düş

kimse vermeyecekti artık bize memelerini

akşam bitecek ama hiç, gitmeyecekti

kızılı yeni sakallarıyla kardeşim sırrımdan öpecek

ben o’nu sırtından ve bu ürperme sürüp gidecekti

arkanı dönememek! hem içindeyim zamanın

hem de büsbütün dışında!

endişe ve yer yer neşeyle

işte zamanın o eşsiz gidiş ve gelişleriyle

sırtlanlar ölecek özür dilenecek

dilenciler diledikleriyle sevişecekti

hallelujah! sevgilim halesiyle iyilik gözetecek

yabancı girdiği evde güvenilir ve eriyecekti

play it again. haydi göster bize hünerini

bir başkası olmanın yan yolunda, bir büyücü mesela,

egzoz dumanlarıyla zehirlenmeden beynin

duyduğun ritim kalbinin olmayacak unutma

unutma bir başkası olduğunda

tanrıyla işim yok beni dmitri'ye götür alyoşa

beni bu dünyadan götür erdemiyle yıka bütün

bu ucuz bu kolay kazanılmış metaforları

beni al yerime bir kor bırak

 

nasıl da zor şimdi yakınlıklar

nasıl gergin geçmişin alnında biriken ırmaklar

damar damar bir şakak, pıhtı pıhtı kan

mümkünmüş sanki bir enkaza tepeden bakmak

onlar duymaz, buyur onlara:

sesleri sessiz ve bir olmaya davet ederken

zihinlerinde büyüyen o şirret cesaretten

evi o yakıldıkça parşömen

ve isi dahi isimsiz hoşa gitmeyen

onlar duymaz buyur onlara!

anlaşılsın kusan kim insan mı

yoksa bu akşam sıkılan masalar mı

kim aklına hâkim

kim kesip biçmede ölçüsüz bir yetinmeyi

sapa yollarda üşüyen bir ergen

kim?

kim kaybedilmiş bir yol kadar neşeli

ve Roma’dan uzak

kim bu titremeyle ıslık çalacak

 

belime kadar çıplak ve hâlâ yersizim

arkamdan konuşuyorum hâlâ demek hünersizim. 

II

savaşın nefsini burgu gibi savurduğu bir ufuktan kopmuş topuklarıma süratle dokunmuş yaslanmıştım asasına hayatın. dünyada: dağlanmış bir dağ, masanın üzerinde bırakılmış bir zil ve ne zaman çağrılsam eteklerinden bir uç uzar tırnaklarımdan mayhoş ve kim-yâ

sonra bütün yengeçler denize döndü. öldürülmüş bir asiden, çimdiklenen ergenlerden ve serpiştirilmiş bir dilden bahsedilebilirdi belki. kıça sokulmuş bir dilden,  ,hırpalanmış biçimlerden ya da ağdayla iliştirilmiş resimlerden. bir usturadan kayabilirdi eli ustanın ve dumanlarından sıyrılırdı başım arşın ya da dilini düğümlemek bir tele gerilmenin görüldüğü her yerde

gerilla diyecektim devleti öldürdüğüm her hecede! oraya yürürken kılcal nehirler, damar damar bir gövdeyle kabarırken bütün küflenişler doktorlar yetişir cesetlerde, eşkıyalar padişah – padişahlar eşkıya ve daralan bütün göğüsler intifada

o sırada aklım çok uzaklara kadar gitti. diyebilirim ki on yıl olmuş demenin büyüsüyle on yıl olmuş demenin bıraktığı o izde şüpheden önce cumhuriyet vardı. zamanın temize çektiği bir merhem kımıldayan her şeye sürülmüş, gözlere bir felç süzülmüş ve ishak doğurmuş bir akşam eşyalarımla vedalaşmıştım: ıslahat bile fermanla…

gocunanlar ağzını bozdu ben yeni bir tane edindim. bir yorgunluğu ellerinden tutup sahile defnettim. trenlere bilet gezginlere merak ve kendini bir sandalyede oturtmuş giderken düşleyenlere sıkıntı yazan bütün oyunları kumlara serpiştirdim, içe açı verdim.

: tıkır tıkır işlerdi k’ler ve hakikatler tellerinde yerçekimli bir eytişimin, o böyle gizler ben sezerdim. zehiri avuçlarında tutan o gururda istif edilmiş kinler ve zamanı gelince açılan bütün gerçekler gibi tiksindiğim her şeye siner sonra gider ellerimi kireçlerle takas ederdim. eklemlerim alkışlardı beni, ben o’nun sezdiği şeyleri gizler ve gasp edilmiş bir zihinde beklerdim. dilim dilim bu grilikten devşirildim. her şey ama her şey diye tarif edilen dünya önce elden geçirilmişti sonra üzerimden komşu bir coğrafyaya.

III

                                                                                                              - Maurice Flaurence için

 ayin kapısındayız ölümün

 kendini gömenlerin adresi soruldu bana, gönencin evi soyuldu. şaşkınlığa çalan yüzüm ve hep bir şeyleri tutan avuçlarım sanırdım. yokluğu övmeyecek kadar küstah ve michel'i bekleyecek kadar sabırlı zehire kanımı karıştırdım. ayaklarımı bağlandığım bir dünyadan, apoletlerimi kumdan bir kumandan ve suretimi bir tankın paletlerinden kazandım. kendimle savaştım, saplandım ve alkışlandım.

asrım ruhuma dar, kaç yüzyıla sığardım. hidayete söylenmek demek istemiyorum ama söylenmişlerin ufkunda bir ufku itip kakardı gözlerim. ben onun yanlış anlaşılmasıyım denilmişti bir kez denilmişti ve anlaşılan hiçbir şey söylenmemişti bir belkinin ötesinde. 

iyiydi böyle, güneş doğar-batar ve akşamlar çağrıldıkları yerden başlardı. başlardılar. ben başlardı çağrıldığı-m yerden. bir itirazla mı çizerdim sınırlarımı ve söylenmeyene kadir olanın gölgesinde iftihar mı ederdim. sabahlara dokunur, denizlere göz kırpar ve kurduğum ülkelerle mi saldırırdım hayata. nasıldım ben.


hiçbir şeye temas etmeden

kesilince salınan bir nefesten

için için büyüyen bir ergen

gelir konar küllerine tarihin

,astım, onların katında bağlandı dilim!

böyleydim işte – mimlenmeden önce

bir mıh: girer ruha çıkrık çevrilmeden evvel emirde

- demek büyülenmemiştim çarpışırken nehirler

demek söylediklerimi söylememiş

ve bir uçurumdan savrulmamıştım

saltanat sofrasına, âhir kalemde. 

olurdum ve ancak o zaman duyulurdum. ölüm üzerine düşünülür kâh küstah bir not düşülür kâh kahkahalar ünlemlere dönüşürdü. ve beyaz bir odada titremeye iliştirilmiş bir it gibi titrerken dizlerim ben gelip gırtlakta tıkanan bir şeyleri reddetmenin çok ötesinde yaşamış ve defnedilmiş uyurdum. yâ sîn!

işte birer birer dökülüyor damaklarımdan dişlerim.

defne dildi, yapraklarıyla tarif edilen bütün defineler gibi, söylemiş miydim bilmiyorum, bazen kalem kırılır ve o an bir ses duyulur boyunlardan. boyunlarda gezenler dünyadandır. dil sarkar birkaç karış, uzunluğa şaşırır akıl ve sağır: tören dilden gelir.

şimdi

yankılanıyor diye sıkılan gırtlakları görüyorum

boğazlanan boşluk ona geriyorum kendimi

yakılan bir ateş için hazırlanan benzini soluyorum

şimdi

üstüne gidildikçe saldıran her hayvan gibi insan!

kendimi bir kabusta düşlüyorum

şimdi, şimdi denilen her an

başka bir şeyle didişiyor aklım

ve sana bir müjde vermek istiyorum.                                                      

 

                                                                                              17 Mart 1976- Paris                         


IV
    
yakubu çağırıp kiliseyi sordum, bana yokluğa doğru büyüyen bir iç uzattı. tamam dedim, bunu nereden aldın. çorabından uzun bir sigara çıkardı, kiliseden çalınan bir moskof sigarası. yaktı. içinin bir tarafı o eski kulübeye bakardı. sordum anlattı ben sıraladım.

gelip geçerdi heves. ki ayak sesleriyledir mermer bir asır ve o mesafede beliren her şer kıyamete kadar asılı kalır: kıyıya vuran bir ağrı, genişlemiş bir rahim ağzı, boyundan başlayan bir kasılma yukarı ve şöyle uzan!maya doğru 

gelip geçerdi rüya seslerinin akıyla. bir felç batıya ve umut ordusu bakaya kalır gelir geçerdi geride kalan ne varsa, yakalar ve geçerdi arşimet: avrupa! bir de o hastane odası kadar keskinleşirken rutubet

bu yeni sırta da sokulur az sorulur çok eskir! çantadan bir koku silinir hatırlanan bir şeylere ziyaret, ki doğrudur ki en çok dokunurkenkidir, ilan edilen bir baş dönmesi, ki tedavi dilin bükülmüş kemiği- ruhtan çıkışa sirayet

yoruldum taşımaktan bu ağır gövdeyi bütün işaretlerini apar topar bir düşünmenin. ki sokulan sorulardan daha soluktur beniz ve genizde köpüren o hâlâ engin deniz ve yanlış ırmaklardan akan yanlış akıncılar yanlış atlarda, bir kez daha, uydurulmuş bir m kadar anlamlıyım sınırlarda.

ne bekliyordunuz ani bir duruştan başka. karnı tok bir şaşkınlık sürekli bir susuş ve zamansız girilen her dehlizden duyulan kaygıdan başka. korkak adımlarla düşünmek nasıl da cüretkar! diye haykıran bir tekrardan başka.

sürün izlerini yürüyen akılların. bir bakın: gözlerini çıkarmış bir asa nasıl düşlenir ara sıra, niye, neden ara sıra kullanılmayan bir baruta kayar gözleri esaretin, ne o yedi altmış beş güven ne zamanı helen bir hesap, nefretin diliyle konuştuğum üç iklim, üşüyen bir nevresim ne de tutulan bütün nefeslerden daha soylu sözüm ona zamana direnen günlüklerim.

ben algıların arasında parıldayan bir kavme kanatlarımla koştum, ben şaşkınlığın dilinde pelesenk olmuş bütün asıllarda ben çöküp giden her siste söylenmeyen bir dünya buldum. ben çok uzaktan görünüp bir şarkıyla günahkar, karışık bir kafa ve sıyrılan bir nüsha diğerlerinin arasında, ben söylenecek kadar güçlü olmayan tüm fasıllarda bir ahenk nasıl söylemeli bütün susuşlarda konuşmak için bekleyen aceleci bir gem buldum susup sustum sadece, tuzaklara su verdim, kırıldı çelik- sıyrılıp gelen atı bir şeylerin, doğan yaşayan ve ölen.


hiç işte! bu kadar kolay ölmemişti kimse,

bu kadar pür bir neşe. görülmemişti

elleriyle gülen bir ergen

şaşkınlığa şaşıran bir evren

ne bekliyordunuz kasılmalar içinden

ıslıkla söylenen bir masal daha mı

sıkılmış yumrukları sınayacak bir çene

duyduğu o sese yapışan bir kene

ve sonsuza dek eklenerek dönen o meşhur eksen- ben. e

ne bekliyordunuz

bu bahar daha uzun sürse

bitmese bu aşk

ve kadifeden bir ceket

yana düşürülmüş bir kasket

sonuna gülmek iliştirilmiş bir ceset

ne bekliyordunuz kekeliyorum işte

sıkılırken indiğiniz ata nerede binmiştiniz

edip etmemenin çiçekleri nerede

nerede yetişir bir Yakup son kertede

sürüyen akılları tokmaklarla zincirleyen gök kubbe!

aziz ve yâhya! kim muzaffer

bu çivisi çakılmış şenlikte

ne mırıldanış

teyakkuz asidinde dağlanır dimağ

o eşsiz aydınlanış

 

takatsizim her şey gibi iliştirilmiş ve devrilmiş

devşirilmiş ve çekilmiş bir diş gibi sürecek bu yan yana geliş

tek canlı replik benim: işte sahnedeyim

tersine çevrilen her şey gibi ben de takatsizim

arkamdan konuşuyorum hâlâ demek hünersizim

                                                                                      

Suruç’a Ağıt

Temmuzun yirmisinde kabristanlar dipdiri genç ölülerin cesetleriyle dağlanmış bir ülkenin ovaları görmek konuşmak düşünmek söylemek yasa...